Kendini arama ve bulma sürecinde başarılı olamamış, başarılı olamadığının farkında olmayan ve dolayısıyla etrafındaki her canlı ve eşya ile ülfet oluşturamamış bireylerden yâni üvey insanlardan oluşan bir toplumun kuracağı her seviyedeki kurum gibi devlet de üvey olacaktır.
Üvey insan ve üvey toplum olur da, insanların kurduğu devletler üvey olmaz mı? Neticede devlet, soyut bir kavram ve onu var edenler de insanlar. Kendini arama ve bulma sürecinde başarılı olamamış, başarılı olamadığının farkında olmayan ve dolayısıyla etrafındaki her canlı ve eşya ile ülfet oluşturamamış bireylerden yâni üvey insanlardan oluşan bir toplumun kuracağı her seviyedeki kurum gibi devlet de üvey olacaktır.
İnsanın kurduğu en küçük – ama en temel – kurum olan âileden başlayarak en büyüğü olan devlete kadar düşünürsek, bu üveylik kendini her aşamadaki kurum ve kuruluşta göstermektedir. Devletin şu anki yapısı ve işlevi açısından düşünüldüğünde, târihin hiçbir devrimden hiçbir devletin ulaşamadığı hâkimiyet seviyesine ulaşan devletin hem kurum ve kuruluşlar seviyesinde hem de bireysel seviyede insan üzerinde etki etmediği durum yoktur. Dolayısıyla üveylik bireyden devlete ve devletten bireye sürekli bulaşan bir salgın hastalık gibi devam etmektedir.
Elbette söz konusu devlet olunca, çok katmanlı bürokratik yapısı için insanî ve samimi bir işleyişin var olmasını beklemek gerçekçi olmayacaktır. Modern devlet açısından baktığımızda ise böyle bir samimiyet mümkün olsa bile bunun olmaması ve önüne geçilmesi gerekir. Bu, Max Weber’in “bürokrasi” anlayışının olumlu anlamda karşı çıktığı bir samimiyettir. Yâni modernlik anlamında devlet, değil öz devlet olmak, vatandaşına üvey olmaktan daha mesâfeli bir anlayışla pozisyon almak durumundadır.
Dolayısıyla “üvey devlet” derken kastım, tüm vatandaşlarına eşit davranmak için, ahbap-çavuş ilişkisi içinde, iş yaptırmak için “adamını bulmak” zorunda kalınmayan bir işleyişe sâhip olan devlet değildir.
Ontolojik olarak töre anlayışına dayanan Türk devlet yapısında, toplumun hangi kesiminden olursa olsun, birey öz ya da üvey birey ikilemine düşmenin dışında ve hatta “devletin sâhibi” olmanın ötesinde devletin varlık sebebidir. Bu varlık sebebinin mâhiyeti, o devletin vatandaşına hizmet etmek, ihtiyaçlarını karşılamak, töresini yaşaması için gerekli şartları sağlamak ve bu şartları geliştirip güncelleyerek devam ettirmektir.
Devletin işleyişini mümkün kılan mekanizma içinde var olanlar, devletin gücünü, vatandaşına üstünlük kurmak, vatandaşı “hizmetçi olan devlet” gücünü suistimâl edip “hizmetçi” hatta “köle insan” hâline getirme yanlışına düşerlerse, bu devlet vatandaş nezdinde “üvey devlet” hâline gelir.
Vatandaşa hizmet etmek yerine, vatandaşından kayıtsız şartsız itaat bekleyen, hizmet eden olmak yerine biad edilen yapı olarak davranan devletin zâlim üvey anne veya üvey babadan hiçbir farkı kalmamaktadır. Dahası, birey anne veya babasından görmesi gerektiği hâlde görmediği tutum ve davranışı devletin çatısına sığınarak telâfi etmesi gerekirken, yâni devlet vatandaşını sâhipsiz bırakmaması gerekirken, aksi bir anlayışla vatandaşına “tüketim ürünü” olarak bakan devletin, adı sanı belli olmayan bir “üvey ebeveyn” gibidir.
Üvey devlet, karşılığında en az on misli menfaat elde edeceği en ufak bir hizmeti bile vatandaşa “lütuf” olarak gören bir yapıdır. Burada Avrupa’da laiklik anlayışının ortaya çıkmasına sebep olan, kilisenin halka karşı takındığı tavrı örnek verebiliriz. Ortaçağ târihçisi ve yazar Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı ünlü romanında 1200’lü yıllarda Kuzey İtalya’daki bir manastırın çevresinde köylülerle olan ilişkisi anlatılmaktadır. Manastırdaki râhipler köylülerin elinde ne varsa alıp onlara çöpleri birer lütuf gibi vermektedir. Köylüler kendi ürettikleriyle tahkir edilmekte ve hor görülmektedir. Köylülerin hiçbir hakkı ve inisiyatifi yoktur.
Umberto Eco’nun Ortaçağ karanlığındaki râhipler, yâni o günkü devlet otoritesini elinde bulunduranlar üzerinden yaptığı örneklemenin günümüze uyarlanmış hâli, dünyâda hâkim uygulama durumunda olan devlet anlayışıdır. İnsan hakları hikâyeleri anlatılarak verilen demokratik hakların en belirgini olan “seçme hakkı”nı kullanan vatandaşın vekili ve temsilcisi olanlar, en azından bir sonraki seçime kadar elde ettikleri makam ve gücü, “halka hizmet fırsatı” olarak görmek yerine, yerlerini sağlamlaştırmak ve daha yukarı çıkmak için kullanmaktadırlar.
Üvey devlet, vatandaşına “mecburen” ve “lütfen” hizmet eder ve bunu yaptığı için de vatandaşından üstün olduğunu düşünür. Tabi “devlet” diye biri olmadığı için bunu yine o vatandaşların içinden gelenler yapar. Yâni devlet, devleti oluşturan toplumun içinden çıkan kişilerin, üvey toplumdan gelen üvey kişilermiş gibi davranması sebebiyle, öz vatandaşına üveylik yapmaktadır. Öz anne ve baba, üvey öz çocuklarına evlat muamelesi yapmaktan vicdanen rahatsız olabilirler ama devlet, bir insan olmadığı için, vicdânı yoktur. Bu yüzden üvey devlet, üveylik yaptığını hiçbir zaman anlayamayacaktır.