Cuma günkü yazımda seçimden sonra kim gelirse gelsin bir "heterodoks istikrar politikası" uygulama ihtimalinin yüksek olduğunu belirtmiş ve yazıyı şöyle bitirmiştim: "Böyle bir istikrar programı ile enflasyon ve işsizlik yüzde 10-12 arasına bir senede çekilir fakat daha bu işin başlangıcıdır.

Cuma günkü yazımda seçimden sonra kim gelirse gelsin bir “heterodoks istikrar politikası” uygulama ihtimalinin yüksek olduğunu belirtmiş ve yazıyı şöyle bitirmiştim: “Böyle bir istikrar programı ile enflasyon ve işsizlik yüzde 10-12 arasına bir senede çekilir fakat daha bu işin başlangıcıdır. İş esas bundan sonra başlayacaktır. Yani, ortalama yüzde 7 büyümeyi istikrarlı olarak sürdüren, cari açık yerine cari fazla veren yüzde 3-5 arası işsizliği ve yüzde 7-8 enflasyonu olan bir ekonomi. Bunlar uzun vadeli (diyelim ki 10 sene) bir sanayi, kamu üretimi, tarım, dış ticaret, teknoloji ve eğitim politikaları bütünüyle sağlanır. Bunları planlayacak ve yürütecek DPT gibi bir kuruma da şiddetle ihtiyaç bulunmaktadır.” (TÜRKİYE KRİZDEN NASIL ÇIKAR? – I, YeniBirlik, Dündar Murat DEMİRÖZ, 10 Aralık 2021) Bugün ve bundan sonraki birkaç yazımda bu kalkınma programı hakkında görüşlerimi paylaşacağım.

Öncelikle Türkiye’nin mevcut durumunu bir özetleyelim: Hemen hemen kamuya ait bütün üretim tesisleri özelleştirilmiştir. 28 Şubat sonrasında başlayan süreçte fiilen eğitim de özelleştirilmiş ve ülkenin uzun vadeli kalkınma hedefleri ile eğitim politikaları birbirinden koparılmıştır. Yerli ve milli sanayicilerin çoğu sanayi üretiminden çekilmiş ve daha kazançlı gördükleri hizmetler sektörüne girmeleri teşvik edilmiştir. Ülkenin bankaları büyük oranda yabancı sermaye ortaklı kuruluşlar haline dönüşmüştür. Sultan Mecit sonrası Osmanlı dönemi ve (Atatürk ve İnönü dönemleri hariç) Cumhuriyet hükümetleri döneminde dış borca dayalı bir büyüme modeli temel olmuştur. Sanayi üretimi büyük oranda ithal yatırım mallarına bağımlıdır. Bütün (Atatürk ve İnönü dönemleri hariç) Cumhuriyet dönemi boyunca hızlı ama çarpık bir sanayileşme ve bunun sonucunda düzensiz ve dengesiz bir şehirlileşme süreci yaşanmıştır. Sonuç olarak büyümek zorunda olan, büyüdükçe cari açık veren ve dış borç biriktiren, dış borç birikimi nedeniyle düzenli aralıklarla krize giren bir ekonomi ile karşı karşıyayız. Bu ekonominin yüzde 10 civarında bir yapısal işsizliği, sektörler arası teknoloji ve bölgeler arası gelişmişlik farkları bulunmaktadır.

Sorunlar kabaca bunlardır. Çözülmesi gereken acil sorunların arkasında değiştirilmesi gereken bir zihniyet bulunmaktadır: Serbest piyasa ekonomisine şek ve şüphesiz iman. Eğer bu zihniyet değişimi gerçekleşirse, çözülmesi gereken ikinci sorun Türkiye’nin yapısal hale gelmiş cari açık ve dış borç birikimi sorunudur. Bu çözülürken veya çözüldükten sonra ele alınması gereken üçüncü sorun bölgeler arası gelişmişlik ve sektörler arası teknoloji farklarıdır. Bütün bu iktisadi sorunların çözümünde en önemli ihtiyaç da nitelikli işgücü üretecek, işgücü verimliliğini ve sermaye üretkenliğini arttıracak eğitim ve teknoloji politikalarıdır. Kabul ediyorum, her biri başlı başına bir yazı konusudur. Bu yüzden bugün, öncelikle zihniyet meselesine değinelim.

SERBEST PİYASA EKONOMİSİ DEĞİL PLANLI KARMA EKONOMİ

Elimizdeki tarihi vesikalara ve kaydedilmiş ekonomi istatistiklerine göre Kanuni Sultan Süleyman döneminden bu yana geçen yaklaşık 500 senelik (Kanuni 1521 yılında tahta çıkmıştır, DMD) dönemde Türkiye’nin hiç değişmeyen temel problemi yetersiz sermaye birikimidir. Yetersiz sermaye birikimi probleminin sebebi de yatırımları karşılamaya yetecek kadar bir tasarrufun yapılamamasıdır. Ragnar Nurkse’ün “fakirlik kısırdöngüsü tezine” göre fakir ülkelerde kişi başına gelir düşük olduğu için kişi başına tasarruf da düşük olmakta, bu ise yetersiz yatırımlarla birlikte düşük kişi başına gelire sebep olmaktadır. Nurkse, bu sorunun çözümü için iki yol olduğunu söyler: ya devlet eliyle zorunlu tasarrufla, yani vergilerle, finanse edilen kamu yatırımlarına dayalı bir kalkınma süreci ya da dışarıdan gelecek yabancı sermayeye bağlı bir kalkınma süreci… Türkiye Cumhuriyeti 1929 – 1950 arasında ilk yolu benimsemiş, 1950 – 2000 arası dış borçla finanse edilen kamu yatırımlarına dayalı bir büyüme yöntemini tercih etmiş, 2000 sonrasında ise (bazı altyapı ve son yıllarda silâh sanayi yatırımları hariç olmak üzere) tamamen dış sermaye yatırımlarına bel bağlamış durumdadır. Genel olarak 1980’de hayatımıza giren ve özel olarak 2000’den sonra Hükümetlerin iftihar vesilesi (!) olarak hızla devam eden özelleştirme yolu ile ekonominin serbest piyasa kurallarına göre en iyi randımanı vereceğine hulûs-u kalple iman edilmiştir. Bunun genel sebebi 1950-90 arası içinde bulunduğumuz Soğuk Savaş’ın, özellikle 1950’den bu yana sürekli iktidarda bulunan sağ – muhafazakâr iktidarlar ve onların seçmeninin muhayyilesinde yarattığı “komünizm öcüsüdür.” Bu zümrelere göre devletçilik eşittir komünizm, serbest piyasacılık eşittir yerli ve milli bakış açısı. Halbuki bu tam tersidir. İkinci bir sebep, özellikle Tanzimat döneminden bu yana iktidarların severek kabul ettiği dış borçlanma politikasıdır. Dışarıdan gelen paranın kısa dönem içinde yarattığı sahte Cennet iktidarları cezbederken, biriken dış borcun düzenli aralıklarla yol açtığı krizler, dış borca bağımlılığı daha da arttırmaktadır. Yeni dış borç bulabilmenin ön şartı da ülkenin kaynaklarını, üretim tesislerini ve belki de gelecek nesillerini rehin vermektir. Buna da özelleştirme denmektedir.

Elbette ki, ben 23 yıllık meslek kariyerime binaen, Enver Hoca’nın Arnavutluk’u veya bugünkü Kuzey Kore gibi kapalı ve fakir bir ülke tasavvur etmiyorum. Elbette ki, gerekli görülen yerde yabancı sermayenin de kullanılması gerekir. Ancak gerek kamu kaynakları yolu gerekse yabancı sermaye desteğiyle oluşacak bir kalkınma sürecinin milletin menfaatleri ve devletin hedefleri yönünde gerçekleşmesi gerekir. Bunun için devletin her şeyden önce, bütün hükümetleri bağlayacak bir temel kalkınma planı olmalıdır. Bu planı oluştururken milletin menfaatlerini siyasetçi gözetecek ama devletin hedeflerini ise teknokratlar gerçekleştirecektir. Planı tamamen, bütün hedefi bir sonraki seçimde tekrar seçilmekten başka bir şey olmayan, siyasetçilerin inisiyatifine bırakmamak ve bu doğrultuda planın bağımsız bir kurum tarafından oluşturulmasını sağlamak gerekir. Bu kurum geçmişte Devlet Planlama Teşkilatı idi. Bence zihniyet değişikliğinin ilk göstergesi DPT’nin yeniden kurulması olacaktır. Planlı bir ekonomi ile kastedilen de bütün politikalar ile özel kesim yatırımlarının DPT gibi bir kurumun geliştireceği stratejik planlara uyumlu olmasını sağlayacak kurallar ve uygulamalar bütünüdür. Zannedildiği gibi kapalı ve komünist bir ekonomi değildir. Bütün gelişmiş ülkelerde, ki bunların kahir ekseriyeti piyasa ekonomisidir, planlama kuruluşları vardır. Eğitimden sanayiye, tarımdan bilişim ve ulaştırmaya, hemen hemen ekonominin her sektörü bu genel plan çerçevesinde şekillendirilir. AK Parti iktidarı döneminde DPT kaldırılmış, yerine bölgesel kalkınma ajansları ikâme edilmiştir. Üst çatıda da Kalkınma Bakanlığı bulunmaktaydı. Sonrasında, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde Kalkınma Bakanlığı da lağvedildi. Bugün ekonomi politikaları, uzun dönemli ana bir strateji olmadan, kısa dönemli siyasi konjonktüre göre belirlenmektedir.

Planlı ekonomi bir defa tesis edilince, bunun kaçınılmaz sonucu, devletin üretimde aktif olarak yer almasıdır. Devlet nerede aktif olarak yer almalıdır: yüksek teknolojili sanayi, tarım ve eğitim. İçinde bulunduğumuz çağın gereklerine göre, teknoloji yarışında geri kalmamak en önemli şartlardan biridir. Teknoloji yatırımlarını yabancı sermayeden bekleyemezsiniz, çünkü yabancı sermaye kendi işleyiş kuralları sebebiyle, Türkiye gibi ülkelerde yüksek teknoloji yatırımlarını değil ama orta düzeyde teknoloji yatırımlarını finanse etmektedir. Teknolojiyi geliştirecek bir kamu holdingine ihtiyaç vardır. Bütün çağlarda bir ekonominin en temel ihtiyacı gıda ve barınma ihtiyaçlarıdır. Bu açıdan, özellikle tarımda devletin aktif olarak yer alması, çiftçiye teknik altyapı ve finansal destek sağlaması ve tarım sektöründe verimliliği arttıracak yatırımları yapması şarttır. Bu yüzden, belki de, büyük kamu tarım işletmeleri kurulmalı veya küçük çiftçileri kamu desteğiyle kooperatifler etrafında birleştirmek düşünülmelidir. Üçüncü olarak, eğitim sektörü bugünkü Türkiye’nin değil gelişmiş Batılı ülkelerin ihtiyacına uygun adam yetiştirmekten çıkarılmalı ve milli kalkınma hedefleri doğrultusunda, ihtiyaç duyulan yüksek verimlilikte işgücü yetiştirecek şekilde yeniden tasarlanmalıdır. Söylemeye gerek yok, bu eğitim sistemi herkese fırsat eşitliğinin sağlandığı ve zenginin daha eğitimli ve fakirin daha eğitimsiz olmadığı bir eğitim sistemi olmalıdır.

Bütün bu dediklerimin gerçekleşmesi için, ilk önce bugün bütün dünyanın felâketi olmaya giden, özelleştirmeci ve serbest piyasacı bakış açısından vaz geçmek ve ona alternatif üretmek gerekir. Maalesef, Türkiye’deki mevcut partilerin hepsi (birkaç marjinal sosyalist parti dışında) Avrupa Birlik’çilik, Amerikan’cılık, serbest piyasacılık ve özelleştirmecilik hastalığına tutulmuştur. Bu zihniyet değişmezse, iktidar değişse bile sorunlarımız devam eder.