Yerli ve millî olmanın sınırlarını çizerken pergelin ucunu Türkçeye ve Türkçe eğitime sâbitlememiz gerekmektedir.
Bugün 28 Şubat. "28 Şubat", Türkiye'nin yakın târihi açısından içi fazlasıyla dolu bir kavramdır. O kadar doludur ki, taşıp etrâfa saçılmıştır. Ama inşallah, yakın târihle ilgili bu abartılı doluluk yakın gelecekte bir karâra ulaşır. Karâra ulaşırsa gelmişte yaşanan – daha doğrusu yaşatılan – zorluklar, yapılan zâlimlikler daha doğru şekilde ve hamâsete düşülmeden toplumsal hâfızamızdaki yerini alacaktır. Yoksa müspet ya da menfi her niyetin kullanımına ve suistimâline açık olacaktır. Bu zorlukları yaşatanlar, “Bugünler geçecek” deyip parmak sallarken 28 Şubat’ı hatırlatmaktan geri kalamayacaktır. Bu zorlukları yaşayanlar ve dinleyenler de travmadan kurtulamayacaktır.
28 Şubat deyince kamuoyunun aklına "başörtü yasağı, bilim yuvası olma iddiasındaki üniversitelerdeki "ikna odaları", cübbelerini giyip "ordu göreve" çığırtkanlığı yapan profesörler, meyhâneden devşirilip sakalı yeterince uzayınca "şeyh" yapılan ayyaş ve sapkınlar, asker oğlunun yemin töreninden kovulan veya oğlunun ya da kardeşinin düğününde orduevine alınmayan tesettürlü anneler ya da kız kardeşler gelir. Hatta o dönemin başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Emine Hanımefendi’nin tesettürlü olması sebebiyle GATA’da tedâvi gören usta tiyatrocu rahmetli Nejat Uygur’u ziyârete gidememişti. Saldıran için de, savunan için de başörtüsü ve tesettür sembol hâline gelmişti. O kadar ki, tek bir "Velev ki siyâsî sembol" sözü yüzünden neredeyse iktidar partisi kapatılacaktı.
Türkiye "tesettür" konusunda çok şeyler yaşadı. “Tesettür yasağı” gibi saçmalık kaldırılalı çok olmadı ama bu saçmalık neredeyse unutuldu. Hatta giyim kuşamıyla “keşke kapanmasaydı” dedirtecek kadar işi moda malzemesi hâline getirenlerin sayısı çoğunluk olmasa da dikkat çekecek hâle geldi. Ama 28 Şubat’ta “başörtü sorunu çözülürse her şey güllük gülistanlık olacak” diye düşünmenin hiç de doğru olmadığını gördük. Sorunlar kat kat açılan bohçadan çıkan çeyiz gibi ardı ardına çıktı.
Tesettürün boyutları
Şimdi anlıyoruz ki, ikna odalarıyla, diploma töreninden kovulan başörtülü kızlarla hedef saptırılıyormuş. Esas meselenin üstü örtülüyormuş. En azından geç de olsa bunu gördük. 28 Şubat’ta kaybedilen yılların telâfisini yapmakla meşgulüz. Ama esas telâfisini yapmamız gereken şey, tesettürün sâdece başörtüsünden ibâret olmadığını bir an önce anlamaktır. Hâl ve tavır tesettürü, ses ve konuşma tesettürü gibi ayrıntıların sâdece kadınlar için değil, erkekler için de geçerli ve bağlayıcı olduğunu bilmeliyiz. Aksi takdirde tesettür konusunda Hristiyan rahibe ve rahiplerden daha geri kalacağımızı bilmeliyiz.
Başörtüsü yasağıyla bu ayrıntıların üstü örtüldü. Bu ayrıntılar gözükmeyince, esas meselenin “yerli ve millî üretim” olduğunu da göremedik. 28 Şubat’ta başörtüsüne saldıranlar, şimdi yanlarına çektikleri “başörtülüler” vâsıtasıyla yerli ve millî üretim hamlelerini itibarsızlaştırmaya çalışıyorlar. Demek ki, Gezi Parkı eylemlerinde meselenin ağaç olmaması gibi, 28 Şubat’ta gerçek hedef başörtüsü değildi.
Türkçe tesettürü
Gelelim başkalarının belirlediği sahte hedeflerin arkasında kalan gerçek hedeflerimize. 60’lı yıllarımızı idam edilen başbakan korkusuyla, 70’li yıllarımızı anarşi ile, 80’li yıllarımızı serbest bırakılan ithâlatla, 90’lı yıllarımızı başörtüsü yasaklarıyla kaybederken, bu sahte gündem ve hedefleri servis edenler, saman altında yürütülen su gibi, kendi hedeflerine adım adım yaklaştılar. Bu hedeflerinin “B” planları da vardı. “Cemaat” görüntülü terör örgütlerinin devlet ve toplum içi yapılanmaları çökertilse bile onların hep “yedek paraşütleri” vardı.
Bu vatanın gerçek evlatlarının ise başını kaldıracak hâlleri ya olmuyordu ya da olsa bile kimi zaman postallı darbeler, kimi zaman da “demokrasiye yapılan balans ayarları” ile nefesi kesiliyordu. Başını kaldırıp da dayak yemeyenlerin yaptıkları işler de arka plânda birilerinin işine yarıyordu.
En büyük düşman cehâlettir, deyip gerek devletin gerekse özel sektörün açtığı anaokulundan üniversiteye kadar birçok eğitim-öğretim kurumu, kapısında Türk bayrağı dalgalanmasına rağmen, bahçesinde Atatürk büstü bulunmasına ve bu büstün üstünde de çoğunlukla “Ne mutlu Türküm diyene” yazmasına rağmen, sınıflarında dersler İngilizce veriliyordu. “Türk öğretmenler” yarım yamalak İngilizce ile bir yıllık “İngilizce hazırlık sınıfı”nda yarım yamalak İngilizce öğrenen “Türk öğrenciler”e dersleri İngilizce anlatıyordu. Tabi öğretmen ne kadar anlatabiliyordu, öğrenci ne kadar anlayabiliyordu sorusunun cevâbını oyunun farkında olan herkes görebilir. “İngilizce İşletme” mezunu olan bâzı siyasetçilerimizin İngilizce seviyesini görüyoruz.
Maalesef bu milletin kuruş kuruş biriktirip açtığı okullarda, âilelelerin kuruş kuruş biriktirdiği paralarla okuyan öğrenciler, “tesettürsüz eğitim” gördüler ve görüyorlar. En muhafazakârından en sekülerine kadar her okulda, “keşke kapanmasaydı” dedirten bâzı kadınlar gibi, keşke hiç açılmasaydı dedirten bir eğitim sistemini değirmenine su taşıdılar ve taşıyorlar.
Başörtüsü yasağına karşı mücâdele verenler, başörtüsü yasağını savunanlar ve uygulayanlarla nasıl aynı eğitim anlayışına sâhip olabilir? Bu benzerlikten bir tarafın rahatsızlık duyması gerekmez mi? “Benim başörtüme karışan, İngilizce eğitim yapmamdan neden rahatsız olmuyor?” diye düşünmesi gerekmez mi? “Gelişmek için başını açmalısın”, “Bize benzersen gelişmiş olursun” diyenler, kendilerine benzemenin şartları arasında “yabancı dille eğitim” konusuna öncelik veriyorsa, bunda bir tuhaflık yok mu? Dün başörtüsüne karşı olanların destekçileri, bugün “en pahalı başörtü” markası oluyorsa bu yaman bir çelişki değil mi?
Türkçesiz yerli ve millî olamayız
İstediğimiz kadar okul açalım. İstediğimiz kadar teknolojimizi geliştirelim. Başörtüsü konusunda gösterilen ve büyük bir bölümü boşa giden hassasiyet kadar Türkçe eğitime hassasiyet göstermezsek ne maddî ne de mânevî kazanımlarımızın hiçbiri kalıcı olmayacaktır. “Akademik kalite” deyince “İngilizce bilmek” anlayan birinin tesettür hassasiyetinin sâdece şahsî mesûliyet bağlamında bir anlamı vardır. Günlük dille söylersek “sâdece başını kapatmış” olur. Bu bağlamın da yerli ve millî olmakla değil kişisel mümin mesûliyeti ile alâkası vardır.
Hedef saptırma sebebiyle eksik önem verdiğimiz tesettür gibi, “dünya dili” safsatasıyla yine hedefimizden saptırılıyoruz. Üniversiteler eğitim kalitesini arttırmak için öncelikle KPDS ve YÖKDİL puanlarını arttırıyorlar. Sonraki adım da atılamıyor, çünkü atılan ilk adım koltuk değneğiyle atılmış oluyor. Bir Amerikalı ya da İngilizin bile 100 puan üzerinden 60 ya da 70 aldığı İngilizce sınavlarıyla ölçülen kalitenin akademik kaliteye katkısı olmayacağı gibi, bu akademik ortamda üretilen bilginin ve mezun olan öğrencinin yerli ve millî olmaya katkısı olamaz. Yerli ve millî olmanın sınırlarını çizerken pergelin ucunu Türkçeye ve Türkçe eğitime sâbitlememiz gerekmektedir.