Türk tarihinde devlet geleneği birdenbire oluşmuş değildir. Bu gelenek, uzun yüzyıllar içinde evrilmiş ve bugünkü haline ulaşmıştır.
Bayram sonrasından tekrar merhaba… Geçen yazıda Türk devlet geleneğini anlatmaya başlamıştım. Bugün devam ediyoruz. İsterseniz geçen yazıdan alıntılayalım:
“Türk tarihinde devlet geleneği birdenbire oluşmuş değildir. Bu gelenek, uzun yüzyıllar içinde evrilmiş ve bugünkü haline ulaşmıştır. Türkler İslâm öncesinde, genelde göçebe topluluklar olarak Orta Asya steplerinde yaşarlardı. Müslüman olduktan sonra da, uzun yıllar boyunca göçebe yaşam tarzı ve üretim ilişkilerini devam ettirdiler. Bu Türk devlet geleneğinin oluşmasındaki birinci safhadır. İkinci Safha Türklerin İslâm’a geçmesinden Osmanlı İmparatorluğuna kadar olan süreyi kapsar. Bu süreç Türklerin göçebe toplumdan yerleşik topluma geçme aşamasıdır. Üçüncü safha Sultan II.Mahmut Han’a kadar Osmanlı İmparatorluğu’nu kapsar. Bu safha yerleşik tarım toplumu ile merkezi devleti birçok uluslu imparatorluk bünyesinde bir araya getirmesi ile önemlidir. Dördüncü safha ise II. Mahmut Han’dan bugüne gelen milli devlet dönemidir.”
İlk yazıda birinci safhayı anlatmıştım. Burada göze çarpan üç özellik Türk milletinin ordu – millet olması, kollektivist / dayanışmacı bir toplum yapısına sahip olması ve ilkel bir kabile demokrasisidir. Böyle bir durumda Türklerin devlet yapısı askeri bir nitelik taşımakta, kabileler ve boyların büyüklerinin ortak kararıyla yönetilmekte ve özel mülkiyetten çok grup (aşiret, boy veya oymak) mülkiyeti öne çıkmaktadır. Haliyle bu Birinci Safhada Türkler ticaretle pek yakın bir toplum değildir.
İkinci Safha Türklerin hem Müslüman olduğu hem de Orta Doğu ve Akdeniz coğrafyasına geldikleri dönemdir. Türklerin Müslümanlığa tasavvuf yolu ile dâhil olmuşlardı. İslam’ın tasavvufi yorumu, aslında, bireysel hedef ve hırsların bastırılması ve grup / topluluk menfaatinin öne çıkmasını savunan paylaşımcı bir kültür vaz etmekteydi. İslam öncesi yaşantılarından kalan ordu-millet olgusunu, kollektivist / dayanışmacı toplum yapısını ve ilkel kabile demokrasisini Türkler bu tasavvufi İslam yorumu ile korudular.
SELÇUKLU İDARESİ ALTINDA GÖÇEBE YERLEŞİK ÇATIŞMASI
İkinci safha kronolojik olarak Türk tarihinin Büyük Selçuklu ve Anadolu Selçuklu dönemleri ile Beylikler dönemini kapsar. (Sultan Murad-ı Hüdavendigâr döneminin sonlarına kadar Osmanlı dönemi de buna dahildir.) Bu aşama göçebe Türklerin dayanışmacı toplum yapısı ve ilkel kabile demokrasisini koruyarak yerleşik hayata geçtikleri aşamadır. Tabiî ki, bu hemen, bir gecede gerçekleşmiş bir süreç değildir. Anadolu’ya yerleşen Türk boyları halen daha çoğu göçebe alışkanlığını devam ettirirken, aynı zamanda Anadolu Selçuklu Devleti de bu boyları hem yerleşik hale getirmek hem de zapt etmek amacını güdüyordu. Büyük Selçuklu Devleti Orta Asya Türk Devlet geleneğini (göçebe boyların askeri konfederasyonu) büyük ölçüde korurken, Anadolu Selçuklu Devleti ise daha çok İran geleneğini tevarüs etmişti. İşte bu dönemde Türk Devlet geleneğinin oluşmasındaki ikinci önemli etki ortaya çıkar: İran bürokrasisi. Esasen Büyük Selçuklu Devleti’nde oluşmaya başlayan İran bürokrasi geleneğinin hakimiyeti Anadolu Selçuklu Devleti’nde tamamlanmıştı. Öyle ki, devletin resmi dili bile Farsça’ydı.
İran Devlet geleneği merkezi bir devlet ve bürokrasisi ile mutlak bir monarşiyi öne çıkarmaktaydı. Bu ise kabileler konfederasyonu şeklinde örgütlenen göçebe Türklerin devlet anlayışıyla çatışıyordu. Aynı zamanda iktisadi olarak göçebe ekonomi politiği ile merkezi devletin dayandığı yerleşik tarım toplumunun ekonomi politiği çelişmekteydi. Göçebelerin yaşaması için gerekli olan geniş otlaklar tarla haline getirilmekteydi. Yani iki farklı iktisadi sistemin çatışması söz konusu idi. Bu çatışma büyük bir isyanla neticelendi: Babai İsyanı.
Babai İsyanı göçebe Türkmen boylarının bir Vefai Şeyhi olan Baba İlyas-ı Horasani’nin Selçuklu Hükümeti tarafından öldürülmesi gerekçesi ile patlak verdi. Ancak isyana sadece Şeyhin müritleri değil hemen hemen bütün göçebe Türkmen boyları ve farklı tasavvufi zümreler de katıldı. Sonuçta Selçuklular isyanı bastırdı ama hem devletin gücü tükenmiş hem de Türkmen boyları ve onların mensubu olduğu tasavvufi zümreler ile devletin arasına kan girmişti. İsyanın hemen arkasından gelen Moğol İstilası ise Selçuklunun hükmünün fiilen bittiğinin göstergesiydi.
BEYLİKLER DÖNEMİ
Anadolu Beylikleri aslında her biri belli bir Oğuz Boyuna bağlı boy beyleri tarafından kurulmuş küçük krallıklar dönemiydi. Beylikler döneminin Türk Devlet geleneği açısından önemi hem Türkçe’nin resmi dil olarak kullanılmaya başlaması hem de Anadolu Türklerinden oluşan bir bürokrasi ve ulema sınıfının yetişmesiydi. Her beylik merkezi, aynı zamanda, bir ticaret ve kültür merkezi olarak yükseliyordu. Aynı zamanda Moğollar’dan kaçan ve çoğu Babai İsyanı’na katılmış Türkmen boyları Anadolu’nun batısına yerleşmeye başlamıştı. İşte bu Babai İsyanı mensuplarının kendilerine yeni bir hayat buldukları beylik de, beyliklerin en küçüğü, en zayıfı ve ama geleceğe yönelik büyüme fırsatları en fazla olan Osmanlı Beyliğiydi.
O dönemdeki tarihi karakterlere bakarsak Osmanlı hakimiyetinde yeni bir toplumsal bileşimin oluştuğu görülmekteydi: Hacı Bektaş Veli, Abdal Musa, Hacım Sultan, Seyyid Ali Sultan gibi Alevi – Bektaşi büyükleri, Geyikli Baba ve Şeyh Edebalı gibi Vefai Şeyhleri Osmanlı’nın koruması altına sığındılar. Yani Selçuklu idaresine başkaldıran Türkmenler, aslında, kendilerine ait bir devletin kuruluşuna katıldılar. Sürekli Bizans topraklarına doğru genişleyen ve gaza eden bu beylik hem yeni topraklara ulaşmakta hem de yeni fethedilen topraklara göçebe Oğuz boylarını yerleştirmekteydi. Bu dönemde Türkler yavaş yavaş yerleşik hayata geçerken, kırsal alanda tarım ve şehirlerde ticaret ve küçük imalat sanayiine dayalı bir ekonomi de göçebe ekonomisinin yerine geçmekteydi. Bu süreçte her biri tasavvufi ilkeler etrafında örgütlenmiş Ahilerin ve Yesevî – Hayderi gelenekten gelen Türkmen dervişlerinin büyük katkısı olmuştur. Bunlara abdal denirdi. Abdallar aynı zamanda yerli Hristiyan ahaliyi de Müslümanlaştırmaktaydılar. Bu da, özellikle şehirlerde, çok ihtiyaç duyulan ticaret ve zanaat erbabının yeni Türk toplumuna entegrasyonunu sağlamaktaydı. İşte Osman Gazi, Orhan Gazi ve Birinci Murat dönemlerinin Osmanlı Devleti Orta Asya Türk geleneğinin Müslüman ve yerleşik bir versiyonu üzerine kurulmuştu. Hükümdar gazi alperenlerin yoldaşı idi. İsmini saydığımız üç Osmanlı Hükümdarı Ahi kuşağı kuşanmışlardı. Osman Gazi’nin kayınpederi olan Şeyh Edebalı hakkında hem bir Ahi Şeyhi hem de bir Vefai – Babai Şeyhi olduğu yönünde rivayetler bulunmaktadır. Şeyh Edebalı’nın hem Ahi hem de Vefai olması da mümkündür, benim kanaatim de bu yöndedir. Süreç Yıldırım Beyazıt dönemine kadar devam etti.
ÜÇÜNCÜ SAFHA: MÜSLÜMAN ROMA İMPARATORLUĞU
Göçebe Türkmen boyları, gaziler, dervişler, abdallar ve akıncı beylerinin Osmanlı Ailesi liderliğinde birlikte kurdukları devlet, aynı zamanda, Bizans İmparatorluğu ile de yakın ilişkiler içindeydi. Hanedanlar arası akrabalık ilişkileri kurulmuştu. Hristiyan Rum ahalinin de içinde bulunduğu Osmanlı tebaası çok uluslu ve çok dinli bir karakter sergilemekteydi. Bununla birlikte devlet büyüdükçe hem kurumsallaşma zorunluluğu hem de büyüyen devletin iktisadi ve sosyal bileşimi merkezi bir devlete ve düzenli orduya ihtiyacı öne çıkarmaktaydı. Osmanlı Devleti bu konuda kendine Bizans / Roma sistemini örnek aldı: Justinianus ve Theodosius dönemi Bizans İmparatorluğu’nda olduğu gibi toprakta kamu mülkiyetine ve merkezi profesyonel orduya dayalı, göçebe ve yerel güç odaklarını bastıran bir merkezi devlet… Yıldırım Beyazıt dönemindeki erken hakimiyet hedefi Timur istilasıyla kesintiye uğradı. Bunun önemli bir sebebi, hali hazırda, Türkmen boylarının daha bu düzeyde bir siyasi örgütlenmeye hazır olmamasıydı. Çelebi Sultan Mehmet Han, Sultan İkinci Murat Han dönemlerini, bu anlamda beylik dönemi örgütlenmesinden çok uluslu merkezi İmparatorluk örgütlenmesine geçiş dönemi olarak değerlendirmek lazımdır. Ama Osmanlı Devletini merkezileştirip, profesyonel orduyu (Yeniçeri ve diğer kapıkulu askerleri) güçlendiren, devleti Bizans kurumlarını örnek alarak yeniden kuran, bürokrasisinin Türklerden çok devşirme kökenlilere emanet eden ve Osmanlı Devletini bir Müslüman Roma İmparatorluğu’na dönüştüren Fatih Sultan Mehmet Han’dı.
Elbette bu geçiş süreci çok yumuşak olmadı. Fatih Döneminden Sultan Dördüncü Murat Dönemine kadar ülkede çıkan iç isyanların hepsi göçebe ve yarı göçebe Türkmen boylarının isyanıdır. Kendilerinin kurdukları devletin – bir zorunluluk olarak – kendi yaşam tarzlarını ortadan kaldırmaya yönelmesi, onları alışık olmadıkları kural ve kurumlarla bağlamak istemesi ve tabii ki çok uluslu imparatorluğun devşirme bürokrasisinin sert tavrı bu isyanların temel sebebidir. Ama bütün bunların sonunda, 1650’lerden sonra sular durulmuş, artık oturmuş ve klasikleşmiş bir devlet yapısı oluşmuştu. Bu yapı kuvvetli taraflara olduğu kadar zayıf taraflara da sahipti. Zamanla kuvvetli tarafları azalırken zayıf tarafları da artmaktaydı.
Buradan devam edeceğiz.