İcraata dökülmeyen laflarla dolu marşlar, andlar ve hatta ilâhiler, bu ülke insanının kurucu töresine kastetti ve ediyor. Cezâ kânunlarında cinâyet kavramıyla bir anılıp "töre cinâyeti" tamlamasıyla kirletilen töre, ulaşılmak istenen hedefler için kılavuz olacakken, az gelişmişlik ile bir tutuluyor.
Her dönemin ve her coğrafyanın târihsel serüveni ve sosyolojisi kendine hastır. Ancak Türkiye'nin sosyolojisi ve târihi hiçbir ülke ile kıyaslanamayacak kadar özeldir.
Bu övünülecek bir şey değildir; bizi özel ve benzersiz hatta üstün ve seçilmiş bir millet falan yapmaz. Sâdece, bize karşı kurulan tuzaklar ve oynanan oyunlar dünyânın diğer taraflarındakilerden farklıdır. Bizim üzerimizde oyun oynayanlar, bizi bize unutturup bizi bizden iyi tanıdıkları için, daha sinsi ve daha ikiyüzlü düzen kurarlar.
Batılaşma mâceramızın her adımı ve her unsuru, tek tek değil de bir süreç olarak ele alınırsa görülmektedir ki, tezgâh hayli büyüktür. Bir antropolog olarak meseleye büyük resim olarak bakmamız gerektiğini düşünüyorum. Sosyal bilimlerin en detaycısı olan antropoloji, bütüncül bakmayı kural edinmiştir ve diğer sosyal bilimlere de örnek olmuştur.
Türkiye ve Türklük üzerinde oynanan her oyunda ortaya çıkan sonuçların hiçbiri rastgele değildir. Tıpkı satrançtaki hamleler gibi, Türkiye’deki hiçbir hamle karşıdan gelecek bir sonraki hamle için değil, seneler sonra ortaya çıkması istenen bir sonucun sebebi olarak yapılmıştır. Mesele ne Cumhuriyet dönemi, ne Meşrûtiyet dönemi ne de son yılların meselesi değildir. Millet olmanın esas gereğini unutup, yüzlerce yıl sonrasını düşünmek yerine, en fazla emeklilik günleri düşünen bir toplum yapımız yüzünden, birçok sorunu son ve kaçınılmaz seviyeye gelindiğinde fark ediyoruz. O zaman da ya yüzlerce örnekte olduğu gibi tepemize balyozu yiyoruz, ya da 15 Temmuz’da olduğu gibi takdir-i ilâhî ile uçurumun kenarından dönüyoruz.
Güncel bir örnek vereyim; “andımız” denen metni yazanlar bu işin farkında değiller miydi? “Töre” gibi kültürel iktidârın öncü kavramını bir ceza kanunu maddesine sokanlar, bunu bilinçsiz ve başka kelime bulamadıkları için mi yaptılar? “Türk” kelimesi “Türk lokumu” veya “Türk kahvesi” gibi göz boyayıcı yerlerde kullanılmak üzere yaygınlaştırılırken, “Türk” kavramının ya bir ırk tanımında ya da lokum-kahve çeşidinde kullanılması normal midir? Devlet büyüklerimiz muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkmanın “Andımız” denen metin gibi metinleri okuyarak mümkün olmadığını bilmiyorlar mıydı? Bal gibi biliyorlardı. Zâten asıl istenen şey de buydu.
Laf çok, icraat yok
Amaç, çok konuşup iş yapmayan bir toplum yaratmaktı. İstanbul argosundaki şu söz tam da buraya uygundur: Horoz, ötmesin ama tepeli olsun. İstedikleri ne öldürmek, ne de oldurmaktı. Marşlar, şiirler, geçit törenleri, saygı duruşlarıyla vatan, millet, devlet sevgisi ve sorumluluğu tatmin edilmiş ve “mutlu” olduğunu zanneden insanlardı istenen. Ama bu insanlar farkında değiller ki, “mutlu” olmalarının esas kaynağı olan “töre”, Türk Cezâ Kanunu’nda ağırlaştırılmış müebbet sebebi olarak kullanılmaktadır.
Hangi siyâsî görüşten olursa olsun, hangi partinin seçmeni olursa olsun bu şekilde içi boş tatminlerle uyuşturulan bir toplum yarattılar. “Ulus yaratmak” projesi, hatâlı üretime dönüştü. Orucu ibâdet olarak değil, zengin iftarlarına sebep olarak gören; düğünü bir çiftin hayâtlarını birleştirmesinin ilânı olarak değil, yiyip-içip göbek atmaya veya havaya ateş açmaya mâzeret olarak bilen sosyal sığlık, siyâsî olarak da ortaya kondu. İslâm’ı ideoloji bataklığına sürükleyen “İslâmcılar” bir taraftan, yüzünü Batı’ya dönüp gözleri kamaşanlar bir taraftan en büyük darbeyi içimizden yedik.
Meselesi olanlar ve olmayanlar
Aslından uzaklaşmış ve usûlü bozulan ritüel anlayışı, millî konularda bir kesim tarafından kullanıldı. Toplum, meselesi olmayan, perde arkasını görmeyen ve görmeye üşenen yığınlar hâline getirildi. İnsanın ritüel zâfiyeti antropolojik ustalıkla devlet ve toplum yönetiminde kullanıldı. Meselesi olanlar ve perde arkasında işler çevrildiğini bilenlerin ise önü darbelerle, idamlarla, işkencelerle, basın üzerinden iftirâ ve karalamalarla, fişlemelerle kesildi.
Önü kesilen insanlar değil, Türkiye Cumhuriyeti devletinin ta kendisiydi. 28 Şubat sürecinde dinî hayâta kısıtlama getirip insanların temel hak ve özgürlüklerine kastedenlerin trajikomik savunmalarından biri şuydu: “Câmiler açık, ezanlar okunuyor. Daha ne dinî özgürlük istiyorsunuz?” Benzer şekilde marşlar ve andlar okunuyordu. Lafa gelince “Türk olmak” en büyük mutluluktu. Ancak Türk pasaportunun saygınlığı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal itibârı yoktu. Her sabah bangır bangır söylediği andı, “Ne mutlu Türküm diyene” diye bitiren çocuklar, top oynarken Maradona, Van Basten, Rummenigge oluyordu. Aynı çocuklar İslâmî kahramanlar bir tarafa, Türk târihindeki kahramanlara burun kıvırıyor, Battal Gazi ve Malkoçoğlu ile dalga geçiyor ama Superman, Rambo, Rocky’ye özeniyordu.
Kılavuz, töredir
İcraata dökülmeyen laflarla dolu marşlar, andlar ve hatta ilâhiler, bu ülke insanının kurucu töresine kastetti ve ediyor. Cezâ kânunlarında cinâyet kavramıyla bir anılıp “töre cinâyeti” tamlamasıyla kirletilen töre, ulaşılmak istenen hedefler için kılavuz olacakken, az gelişmişlik ile bir tutuluyor.
Nevzat Tandoğan’ın “öküz Anadolulu” dediği halk, bu yaftadan kurtulmak için mücâdeleyi değil, çarpık kentleşen şehirlere göçerek aslını inkâr etmeyi tercih ediyordu veya buna mahkûmdu. Mahkûmdu, çünkü okulunda okutulan ders ile evde duydukları aynı değildi. İlkokulda “çalışkan” olduğunu ilan edip “hiç durmadan” çalışacağına yemin edenler, kendi ülkelerinin ücra köşelerine ve mahrumiyet bölgelerine vatan aşkıyla değil, “zorunlu hizmet” ile gidiyordu. Halk; kaymakam, savcı, doktor, öğretmen hatta imamın gözünde hiçbir önem taşımıyordu. Devletin gülen ve hizmet eden yüzü olması gereken memurlar, devleti var eden halkı hakir görüyordu. Oysa Töre’ye göre “güneş tuğ, gökyüzü de çadır” idi. Bayrağın dalgalandığı her yer, vatandı.
Ama nasıl olsa, her sabah andımız denen metin, ağrı kesici gibi okunuyordu ve bunca sorunun üstü örtülüyordu. Bir çocuğun büyüklere duyduğu güveni suistimâl edip ona tâciz veya tecâvüzde bulunulması gibi, bu milletin devlete, bayrağa olan sevgi ve bağlılığı istismar edildi. “-Mış gibi” vatanseverlik yapanlar, tasmalarını tutan efendilerinden nasıl emir aldılarsa öyle davranıp milletin hayrına parmak bile kımıldatmadılar.
Şimdi de kalkmış, utanmadan ve yüzleri kızarmadan arkasına saklandıkları dekorlar bir bir yıkıldıkça sanki devlet ve vatan babalarının malıymış gibi, hâkimiyetine inanmadıkları milleti tehdit ediyorlar. İfâde özgürlüğü yok, dedikleri ülkede bir kanalda ülkenin cumhurbaşkanına “küstah” deyip başka bir kanalda “bu devir geçecek” diyerek pişkin pişkin parmak sallıyorlar. “Andımız” neden metnin okunmasının kaldırılmasından rahatsız olanlar, Töre’nin TCK’nın bir maddesine sıkıştırılmasına laf söylemiyorlar.
Mâdem kanun ve töreden bahsediyoruz, töremizin kitabı Kutadgu Bilig (1458. Beyit) ile bitireyim:
Törü edgü ur ay törü birgüçi
Turu öldi isiz törü urguçı
(Ey Töre koyan, iyi Töre koy; (çünkü) fenâ Töre koyan (kimse) daha hayattayken ölmüş demektir.)