Pazartesi'den bu yana instagram hikâyelerimin çoğunu #herşeyçokgüzelolacak etiketi süslüyor. En apolitik arkadaşlarımın bile nasıl politize duruma geldiklerine ve aslında hiçbir zaman politikadan uzak kalmadıklarına şahit oluyorum.

Türkiye ilk kez tencere tavalı protesto yöntemiyle 2013 yılında Gezi provokasyonları sayesinde tanıştı. Dünya ise ilk kez “Caceroloza” adı verilen bu yöntemi 1971 yılında Şili’de gördü. Burjuva ailenin sosyalist çocuğu Allende’ye karşı sokaklara dökülen kadınlar tencere tavalarla kıtlığı protesto ediyorlardı. Oysa yerli halka 70 bin hektar tarım arazisi veren, üç yıl içinde ekonomiyi yüzde 7.7 oranında büyüten, doğal kaynakları millileştirerek hazineye katkı sunan ve ülkede ilk bilim kongresini gerçekleştiren Allende’ydi.

Ardından ise 1973 yılının 11 Eylül’ünde gerçekleştirilen Pinochet’in liderliğindeki CIA destekli darbeyi hatırlıyoruz. Sanatçıların desteklediği tencere tava seslerinin altında gerçekleşen darbede Allende iktidardan devrildi.

AĞIR ÇEKİM GEZİ PROVOKASYONU

Bugünlerde yaşadıklarımız 2013 yılındaki Gezi provokasyonunu hatırlatıyor. Bu sefer tarih tekerrür etmiyor ama karşımıza farklı bir yöntemle geldikleri kesin. Çünkü yöntem değişse de aktörler değişmiyor, kronolojik sıra bile yöntem ne olursa olsun aynı disiplin içerisinde yürüyor.

Pazartesi günü YSK’nın İstanbul seçimlerini yenileme kararından sonra ortaya çıkan siyasi iklimi anlatmaya gerek yok. Zira ne yazarsak yazalım hipnotize olmuş bir kalabalığa gerçekleri ikna etmek mümkün olmayacak. Sanki YSK “Binali Yıldırım kazandı” kararı vermişçesine her türlü psikolojik saldırıyı gerçekleştiriyorlar. Oysa demokratik koşulların sandıkla tekrar ortaya koyulmasını bugüne kadar demokrasiye bu denli aşkla bağlı olduklarını kestiremediğimiz o “endişeli modern” kitleye anlatamayacağız.

Evet, yaşadıklarımız ağır çekim bir Gezi provokasyonundan ibaret. Sokaklara dökülmeseler de evlerinin balkonlarından ve ufak tefek lokal yürüyüşlerle tencere tava çalarak gürültü çıkarmaları 2013 yılında bırakmış oldukları kalıntılara bir özlem içeriği taşıyor.

“Sanatçı” diyemediğim yazının bundan sonraki bölümlerinde de “ünlüler” diye hitap edeceğim kesim de tam böyle çıkmıştı 2013 yılındaki Gezi’de karşımıza. İlk günlerde ortada göremediğimiz o ünlülerin sonradan “ağaç sevgileriyle” tanışmıştık. Çünkü ilk günlerde olmayan trend sonradan onları esir almıştı. Gündemi sanatsal faaliyetleriyle meşgul edemedikten sonra Beyaz Türklerin elinde olan o camiada var olmanın koşulu o trendi takip etmek. Zaten ondan dolayı hiçbir zaman sanatçı olamadılar, hep ünlü olarak kaldılar.

#herşeyinçokgüzelolduğunu düşünen ünlülerimiz 31 Mart’a kadar meydana çıkıp da fikrini belirtmedi. Her nasılsa Pazartesi’den sonra hepsinin durmuş oldukları yer #herşeyçokgüzelolacak noktasında birleşti. Bundan birkaç ay öncesine kadar Külliye’de gülücükler saçanlar, bugün o camiada adını geçirmek için mahalle baskısı yaşıyorlar. Oysa hiçbirini 2019 yılına kadar adını dahi duymadıkları Ekrem İmamoğlu ilgilendirmiyor.

KONUŞMA ZORUNLULUĞU OLARAK FAŞİZM

Odatv’nin “Her Şey Çok Güzel Olacak bile diyemenler de var” başlıklı haberi her şeyi anlatıyor aslında. Çünkü faşizm hiçbir zaman susma/susturulma olarak tanımlanmaz, bilakis konuşma zorunluluğunun ta kendisidir. Ekrem İmamoğlu’nun “Artık sanatçısı da, iş insanı da, işçisi de, öğretmeni de, memuru da konuşacak, herkes konuşacak!” cümlesi bile konuşmayanı, sadece hakkıyla işini yapmaya odaklananı aforoz etme anlamı taşımıyor mu?

“Konuşursan var olursun” teması altında özgürlük kasmanın dayanılmaz hafifliği paha biçilemez elbette. Bunu yutturmak ise işten bile değil. Lüks restoranda yemek yemenin “modern” sayıldığı bir ülkede, Mustafa Kemal sevgisi bile her 10 Kasım’da sosyal medyaya Atatürk fotoğrafı koymakla ölçülüyor. Bugün o ünlülerin “fişlendiğini” düşünenler aslında #herşeyçokgüzelolacak etiketini paylaşmayanları tek tek stalk ederek fişliyor. En yakın aile üyelerinin, arkadaşlarının, dostlarının sosyal medyalarında bu etiketi arıyorlar. “Like” butonuna basılmayan her post o kişinin siyasal tutumu hakkında fikir veriyor noktasında gıybet yapacak kadar da paranoya halleri almış başını gidiyor.

KAZANAN ÖTEKİLER OLACAK

Gezi provokasyonu da böyleydi. En son sahaya spor kulüplerinin taraftar grupları dökülmüştü. Bugün de ağır çekim bu senaryoda Galatasaray Spor Kulübü’nün toplantısında konuşanlardan biri #herşeyçokgüzelolacak deme ihtiyacını hissederken Ekrem İmamoğlu’nun “Allah tarafından bu ülkeye bağışlandığını” ifade etti.

Hatırlıyorum da 2013 yılında Gezi sebebiyle tüm arkadaş çevremi kaybederken aynı duyguları yaşamıştım. Konuşmak değil, konuşmamak zordu. Bırakın aynı düşüncede olmayı, o düşünceyi uygulamazsanız sizi “kendilerinden” saymayan bir güruhla karşı karşıyaydık. Aynı şey şimdi de geçerli. O dönemde “Sokakları bırakmayalım, 48 saat içinde AB kararıyla hükümet devrilecek, kesin bilgi” diyen bir kitleye gerçekleri anlatmak zordu. Çünkü sandığa hiçbir zaman sadık olamadılar, ötekileştirdikleri sandık olduğu gibi şimdi de sandıkta bir kişinin oyunun başka bir adaya yazılmasını dahi önemsemiyorlar.

Oysa ben hayatta hep ötekilerin kazanacağına olan inancımla yoluma devam ediyorum. #herşeyçokgüzelolacak etiketiyle ötekileştirildiklerini düşünenler, başkalarını ötekileştirdiklerinin farkında değiller. Ekrem İmamoğlu’nun birkaç gün önce “AK Partililerin oyuna talibim” cümlesinden sonra çektikleri yuh’larla durdukları yerin hiçbir zaman değişmediğini de gösterdiler.

31 Mart’ta da demiştim, oyum Bayburtlu Yusuf’a diye, bugün de ötekileştirilen odur ve aynı şekilde o ötekileştirilen Yusuf’ların oyunu korumaya demokrasi deniyor belki de.

Ve her ne kadar en sevdiğim kafenin duvarlarına #herşeyçokgüzelolacak etiketi yazılmasına rağmen, oraya sessizce gitmeye devam ediyorsak, insanlar fikirlerini en özgür şekilde söylesinler diye tebessümümüzü eksik etmeyip olgunluğumuzdan ödün vermiyorsak biz bu özgürlük mücadelesini çoktan kazanmışız demektir.

TV8 macerasından sonra siyasal fikirlerini öğrenme şerefine nail olduğumuz Athena’nın “Her Şey Güzel Olacak” şarkısının ilk iki dizesinde söylediği gibi:

“Yok öyle yalan dolan, sahtekarlık yapmadan…”