Cumhuriyet'in ilânından sonra yapılan devrimlerle topluma yapılan müdahaleler arasında tekke ve dergâhların kapatılması, tarîkatların faaliyetlerinin yasaklanması da bulunmaktadır.
1925 yılında pek uzun olmayan tartışmalar sonucunda oldubittiye getirilerek 30 Kasım’da çıkartılan 667 sayılı kanunla kapatılan tekke ve dergâhların, sâdece İstanbul’daki sayısı, üç yüzden fazlaydı. Cumhuriyet târihindeki en tartışmalı olaylar arasında bulunan ve resmî kayıtlarda “Şeyh Said İsyanı” olarak adlandırılan olay bahâne edilerek gündeme getirilen(!) tekke ve tarîkatlar, önce Şark İstiklâl Mahkemelerinin karârıyla doğu illerinde, sonra da çıkarılan kanunla Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yasaklanmış oldu.
Ancak kanun görüşmelerinde yapılan tartışmalar, kuzuyu yemeği kafasına koyan kurdun “suyumu bulandırıyorsun” demesine benzemektedir. O kadar ki, tekke ve dergâhların kapatılması ve tarîkat faaliyetlerinin yasaklanması ile ilgili kanun metnine büyücülük, üfürükçülük gibi konuyla ilgisi olmayan birçok faaliyet de eklendi. (Şimdiler de, torba kanun uygulamasını eleştiren acaba bu uygulamaya ne der!)
Anadolu ve Balkanlar’ın siyâsî fetihten önce kültürel fethini gerçekleştiren tarîkatların, bin yılı aşkın bir geçmişi vardır. Batı dünyâsı henüz “sivil toplum” kavramını rüyâsında bile görmemişken, günümüzde sivil toplum faaliyeti olarak adlandırılan birçok faaliyeti yerine getiren tarîkatlar, bir kanunla yasaklandı. İyi işlediğinde yararlı işler yapan bu yapının, kapatılmak yerine, ıslah edilmesi yönünde teklifler gelse de, aslında karar, kanunun çıkmasından çok önce verilmişti. “Türkiye Cumhuriyeti, şeyhler, dervişler, müritler mensuplar memleketi olmazdı”.
Bu kanunun çıkmasında gerekçe, ülkeyi geri bırakan bâtıl inancı zayıflatmak, inkılâpların kalıcı olmasını sağlamak ve eğitimdeki ikiliğe son vermekti. Tarîkatlar yasaklanıp, tekke ve dergâhlar kapatılınca bu amaçlara ulaşıldı mı? Bu sorunun cevâbını okuyucuların takdirine bırakıyorum.
Ben şahsen, çıkartılan bu kanunun devrin şartları gereği olsa da kısa zaman sonra kaldırılması gerektiğini düşünüyorum. Zâten, Mustafa Kemâl de, tekkelerin kapatılmamasını isteyenlere, “10-15 sene geçsin, hepsini açarım” demiştir. Ayrıca uygulamada durum zâten böyledir. Tıpkı Şapka Kanunu gibi, artık uygulamada hiçbir hükmü kalmamıştır. Ayrıca Şapka Kanunu’nun uygulanmaması her hangi bir soruna sebep olmamasına rağmen, kanunen yasaklanmış sivil din faaliyetlerinin değişik sivil toplum kuruluşu adı altında dernek ya da vakıf olarak sürdürüldüğü bilinmektedir. Ancak bu kanun ile kopartılan bin yıllık silsile ve yok edilen gelenek, şimdi din tüccarlarının eline kalmıştır. Tasavvuf geleneğimizin insanlığa âit olan dünya mirâsı da büyük bir deformasyon ve dejenerasyon içindedir.
1Mart 2018 târihinde TASAM (Türk Asya Stratejik Araştırmalar Merkezi) tarafından düzenlenen Osmanlı Devleti’nde Tasavvuf Hayatının Kurumsal Yönetişimi Sempozyumu’nda tanıtımı yapılan Osmanlı Devleti’nde Tarikatler ve Meclis-i Meşâyih Defterleri Kataloğu, uzun süredir tartışılan tarikatlar konusundaki en yapıcı adımlardan biri olma özelliği taşımaktadır.
Tarîkatların bin yıllık geçmişinde neler yaşandığı, hangi faaliyetlerde yer aldığı, farklı devlet yapılanmaları altında devlet ile ilişkilerinde ne gibi sorunların yaşandığı, Osmanlı özelinde tarîkatların önce Bektâşîlik sonra da diğer tarîkatların işlevlerinin neler olduğu, dönemsel gerilimler, kapatmalar, uygulanan müeyyideler ve günümüzde nasıl bir tarîkat yapısına ihtiyaç duyulduğu gibi daha birçok sorunun cevâbı verilmeden, bir kanunla kapatıldığı gibi bir kanunla açılmaları pek de mantıklı gözükmüyor.
İstiklâl Harbi sırasında işgâlcilerle iş birliği yapan birkaç tekke yüzünden kurunun yanında yaşların da yakılmasının ve tüm tekkelerin kapatılmasının üzerinden yüz yıla yakın bir süre geçti. Köprünün altında çok sular aktı. O gün, işlevini yerine getirmiyor diye kapatılan, ama Meclis-i Meşâyih kayıtlarında silsilesi bulunan nice tarîkatın yerine, şimdi yüzde 99 silsile kaydı olmayan, yüzde 90’ı da başında “uydurma şeyhler” bulunan sözde tarîkat bulunmaktadır. “Tasavvufçu” gibi uyduruk bir kavramın arkasına gizlenip, kendi egoistliklerini “bağlılık”, “sadâkat” gibi kavramlarla soslayıp sunan, “düşünme” kavramını ağızlarına bile almayan, kendini merkeze koyarken kendinden “fakir” diye bahsetme riyâkârlığı gösterenler cirit atmaktadır.
FETÖ yüzünden tüm dinî cemaatlere düşman kesilip, “biz demiştik” diye kabaran Kemalistler, danışıklı dövüş ile kendilerini haklı göstermeye çalışmaktadır. Silsilenin yok edilip FETÖ gibi oluşumların da önünü açan 667 Sayılı Kanun ele alınırken çok yönlü çalışılması gerekmektedir.
Tarîkatların açılmasıyla ilgili düzenleme yetkisi elbette TBMM’dedir. Konunun kapatılırken yapıldığı gibi bir oldubittiye getirilmesi, kaş yaparken göz çıkartacaktır. Ancak toplumdaki bir ilgi ve eğilimin de resmî ve yasal bir yapıya kavuşturulması kaçınılmazdır. Bu işi, “açılsın-açılmasın” şeklinde papatya falıyla halletmeye çalışmak, toplumdaki enerjinin yanlış kullanılması demektir.