Her dönemde o dönemin olumsuzluklarının yüklendiği günah keçisi bir nesil vardır. Günümüzün günah keçisi nesil Z Kuşağı’dır.
Bu kuşağın çocukları dünya târihinin gelmiş geçmiş en kötü çocuklarıymış gibi görülüyorlar. Bir önceki Y Nesli ve daha önceki X Nesli, günümüzde kendi gençlik yıllarını “altın çağ” ve neredeyse Asr-ı Saadet olarak anıyorlar. Sanki 80’ler ve 90’larda herkes melekti, hiç kötülük ve suç yoktu; cinâyet, terör, yolsuzluk nedir bilinmiyordu gibi bir algı oluşturuluyor.
2000’e gelmek için neredeyse zamânı ileri alacak kadar sabırsızlık gösterenler, günümüzde 2000 sonrası nesle elinden gelse câmi avlusuna bırakılacak çocuk muamelesi yapıyor. O kadar ki 1990’larda İstanbul’u sanki Lâle Devri’nin yaşandığı zamanki hâlindeymiş gibi anlatacak kadar kendi neslini merkeze koyanlar hiç de az değildir.
Oysa meselenin altında çok katmanlı bir sorular birikimi duruyor. Z Nesli’ne bu kadar yüklenilmesinin sebebi, bu neslin ergenlikten çıkmakta gecikmesi ve hatta çıkamamasıdır. Değil işe girmek ve yuva kurmak, anne babasından harçlık alarak yaşamayı kariyer plânı olarak yapanlar var.
Ergenliğin târihi
Ergenlik, hayâtımıza modernizmle birlikte giren bir kavramdır. Daha önceki dönemlerde bir çocuk, buluğ çağına gelince yetişkin oluyordu, arada ergenlik yoktu. Çünkü hayâtının geri kalan kısmında gerekli olan bilgi ve tecrübeyi edinmiş oluyordu. Hayâtının sonuna kadar yeni bir şey öğrenmesine gerek kalmıyordu. Zâten yeni bir şey de ortaya çıkmıyordu; icatlar, keşifler az veya yavaştı. Edindiği bilgi ve tecrübe de nesillerdir aktarılarak gelen bir birikimdi. Bebeklikten çıkınca başlayan çocukluk sürecinde öğrenilen bilgilere buluğ çağında neslini devam ettirme vasfı da eklenince artık yetişkin sayılıyordu. Kız çocuğu annesinden ninesinden, erkek çocuğu babasından dedesinden öğrendikleriyle hayâtını idâme ettiriyordu. Nesiller arasındaki hayat şartları değişmiyordu. Dolayısıyla “Bana noluyor?”, “Ben şimdi napacağım?” gibi soruların sorulmuyor ve bu soruların sebep olduğu sorunlar yaşanmıyordu.
Bitmeyen ergenlik
Oysa günümüzde çok şey değişti ve hızla değişmeye devam ediyor. Değil babadan dededen, anadan nineden öğrenilen bilgiler, beş on sene önce öğrenilen bilgiler bile geçersiz hâle geliyor. On beş yirmi yaşlarında yaşanan “Ben şimdi napacağım?” gibi sorular, otuz otuz beş yaşlarında, kırk kırk beş yaşlarında tekrarlanıyor. Bilgiye gitmek kolaylaştı ama bilginin geçerlilik süreci çok kısaldı. Öğrenilen bilgi, edinilen tecrübe birikim hâline gelemiyor. Sel suyu gibi akıp gidiyor, hatta yıkıp geçiyor. Ardında, o bilgiyi edinmek için harcanan zamandan daha kısa bir kullanma süresi bitince, bilmezlik, çâresizlik hatta pişmanlık kalıyor. Eskiden üniversitede yanlış tercih yapan öğrenci ikinci sınıfta üniversiteye yeniden başlayıp başka bir bölümde okuyordu. Günümüzde ise sevdiği bölümde okuyan öğrenci mezun olunca boşluğa düşebiliyor. Üniversiteye girilen yıldaki dünya, dört yıl sonra üniversiteden mezun olunan yıldaki dünyâdan çok farklı hâle geliyor. Eskiden dede ile torunun yaşadığı nesiller arası çatışma önce ebeveyn-çocuk, sonra da abi-abla ve kardeş arasına indi. Şimdi ise otuz yaşındaki biri, yirmi yaşındaki hâliyle çatışma yaşıyor. On yıl önce verdiği kararlar yüzünden kendisiyle çatışıyor. Kırk yaşına geldiğinde de otuz yaşındaki hâliyle çatışacak.
Sosyal ergenlik
“Ben şimdi napacağım?” sorusuyla on yıllık aralarla karşılaşan ve ergenlik sarmalından bir türlü çıkmayan bireylerden oluşan toplumda “sosyal ergenlik” sorunu yaşanıyor. Bu, hem ülkemiz hem de dünya için geçerlidir. Eskiden rûhumuz, önden giden bedenimizi yakalayıp berâber yaşayabiliyordu. Şimdi ise bedenimiz ile rûhumuz arasında iletişimsizlik var. Körebe oynuyorlar. Toplum sürekli değişmenin ilk zamanlarda verdiği geçici zevkten yoruldu. Ancak durmak artık imkânsız.
Müzmin ergenlik
Eskiden ergenlikte bireyin kendi kendine sorduğu “Noluyor bana?”, “Ben şimdi napacağım?” soruları artık toplumsal birinci şahıs olarak “Noluyor bize?”, “Biz şimdi napacağız?” şeklinde soruluyor. Birkaç yıl sonrasını göremeyen toplum, hem kişisel hem sosyal ilişkilerde hem de ticârî ve meslekî hayatta kısa sürede maddî kazanç elde edip kendine sığınacak bir liman yapmak istiyor. Yüzyıl önce akın edercesine gelinen şehirlerden artık “kaçmak” istiyoruz. Şehirden kaçmak için moda olan küçük evler, kütük evler, bungalovlar yavaş köy hayâtı yaşamak istemenin bir yansımasıdır.
İnsanlar otuz kırk yılda bir kentsel dönüşüme girmek zorunda kalan şehirlerin yaşam tarzında ergenlikten çıkmayacaklarını anlamaya başladı. Yüz yüz elli yıl önce hayâtımızda olmayan ergenlik, artık hayâtımızın her evresinde içinde bulunduğumuz bir ruh durumu hâline geldi. Bir tarafta 17 yıl 364 günlükken “çocuk” ve fakat 1 gün sonra on sekiz yaşına girdiği için “yetişkin” sayılan birey anlayışı, diğer tarafta ise neredeyse ihtiyar denecek yaşa gelse bile kişiliği, kimliği oturmamış “müzmin ergen” olgusu var. Bu çelişkiden kurtulup bu sarmaldan çıkmak için çoğumuz yeni bir kimlik modeline muhtacız.
Dâimî ergen sorumsuzluğu
Pedagojik olarak normal kabûl edilegelen ergenlik yaşları arasındaki çocuklar, “Noluyor bana?” sorusunu sorarken kendini tanıyamama, değişimi anlamlandıramama yüzünden yeni bir öz-yabancılık sorunu yaşamaktadır. Ama her on senede bir yeni bir ergenlik dönemine giren insan, bu öz- yabancılığı kırk, elli, altmış, yetmiş yaşlarında yaşamaktadır. Bunun en bâriz delili, toplumdaki bireylerin olup bitenler karşısında sorumluluk duymamasıdır. “Noluyor bana?” sorusunun cevâbını bulamamak gibi, “Noluyor bu ülkede?” veya “Noluyor bu dünyâda?” sorularının cevâbını aramıyoruz. Arıyor gibi gözüktüğümüz kahvehâne sohbetlerinde kendimizi tatmin ediyoruz. Çevre sorunlarından toplumsal ve küresel şiddete, yolsuzluktan cinsel sorunlara kadar bütün sorunlara karşı hiçbir sorumluluk almamak “dâimî ergenliğin getirdiği bir öz-yabancılıktır. Bu öz-yabancılığın oluşturduğu sorumsuzluğu örtmek için herkes her şey hakkında konuşuyor.
Ergenlik ancak sorumluluk bilinci edinerek kurtulacağımız bir sarmaldır. Sorumluluk almayan bir kişi, karşısına çıkan seçenekler arasında tercih yapamaz ve ona sunulanları kabûl eder. Bu yüzden hayâtı “başına gelenlerin yaşandığı” bir süreç olarak yaşamak zorunda kalır. Burada da sorumluluğu kendinde görmediği ve görmek istemediği için kendisinden başka herkesi ve sonunda da kaderi ve Tanrı’yı suçlar. “Anahtar Kelimeler-2 (Soru-Suâl)” başlıklı yazımda belirttiğim gibi, bizi insan yapan şey, ergenlikten kurtulup sorumluluk almaktır. Bu yapılmadığı sürece ne “Tanrı neden kötülüğe izin veriyor?” ya da “Nerede insanlık?” gibi sorulara cevap bulamayız.