Toplum olarak iyisiyle kötüsüyle bir kültürümüz var.

“Kültür” kelimesine her nedense hep olumlu anlam yüklenir. “Kültür merkezi” neden yerlerde sanatsal faaliyetler yapılır; sergiler açılır, konserler ve konferanslar verilir. “Kültür gezisi” neden gezilerde “güneş-deniz-kumsal” üçlüsünün dışında bir içerik vardır ve antik kentler gezilir, yöresel yemekler yenir. “Kültür insanı” neden kişiler bilgili, entelektüel kişilerdir. Hatta “kültür” kelimesi bir bakanlık adı olarak da kullanılır.

Oysa sosyal antropoloji açısından “kültür” kelimesi, bir toplum hakkında olumlu ve olumsuz bütün özellikleri kapsayan bir anlam taşır. Örneğin kültürün içinde kan davası da vardır, “tanrı misâfiri” anlayışı da vardır. Başka bir örnek olarak emniyet şeridini kullanmayı, ormanlara çöp ve hafriyat dökmeyi ya da hiç tanımadığımız birine yardım etmeyi verebiliriz.

Toplum olarak iyisiyle kötüsüyle bir kültürümüz var. Kültürümüzün içine yeni unsurlar giriyor, eskileri yok oluyor. Bilinçli ve irâde sâhibi varlıklar olarak kültürümüzdeki iyi unsurları çoğaltmalı, kötü şeyleri azaltmalıyız.

Azaltmamız gereken kültürel özelliklerimizden biri de “takoz” kültürüdür.

Selçuk Bayraktar, Kızıl Elma’nın yapım sürecini anlatan belgesel de “takoz” kavramına vurgu yapan bir konuşma yapıyor. Kızıl Elma’nın tekerleklerine konan ve emniyet şartları açısından gerekli olan fiziksel takozu görünce, hayâtında karşılaştığı bürokratik ve ideolojik engellemeleri hatırlayarak takozlara çok dikkat edilmesini söylüyor.

Türkiye olarak önüne çok takoz konulan ülkelerinden başında geliyoruz. Bu takozların çoğu “iyi niyetli gibi” gözükür. Mesela kendi uçak fabrikamızı kapatıp daha ucuza ve daha kolay şekilde yabancı yapım uçakların verilmesi bu takozlardan sâdece biridir.

Eğitimden savunmaya, turizmden sağlığa kadar hemen her sektörde takoz cenneti bir ülke olduğumuzu söyleyebiliriz. Ama bu takozlarda suçu her zaman yabancılara, “dış güçler”e atmak biraz haksızlık olur. Bizim kültürümüzde çok baskın olan “takozluk yapma” ya da “takoz olma” diye bir unsur var.

Bu takozluğun en “mâsum” görünen ifâdeleri “eski köye yeni âdet getirme”, “icad çıkarmak” ve “memleketi sen mi kurtaracaklar”dır. İnanması güç ama, bırakalım teknolojik araştırma ve geliştirme çalışmalarını, ağaçlandırma çalışmalarında bile takozlukla karşılaşabiliyoruz.

Orman Genel Müdürlüğü (OGM) ülkemizin her yerinde ağaçlandırma çalışmaları yapıyor. Bu çalışmalar neticesinde 1973 yılında 20.2 milyon hektar olan orman varlığımız 2021 yılında 23.1 milyon hektara ulaşmış durumda. Bu konuda çalışan özel şirketlerimizde var. Örneğin Torku, özellikle Konya ve çevresinde büyük ağaçlandırma çalışmaları yapıyor. Kurak geçen mevsimlerde fidanların sulanması için tahsis edilen arazöz sayısı otuz civârında. Ama ağaçların tek düşmanı kuraklık değil. Kuraklığın çâresi bulunuyor fakat diğer takozlukların çâresi maalesef can acıtıcı. Konuyla ilgilenen bir yetkilinin verdiği şu bilgiler tam birer “takozluk” örneği.

Kuş daneleri yiyor

Yol kenarına dikilen ağaçlara gelecek olan kuşların tarlalardaki ekine zarar vereceği düşüncesiyle yol ile tarlalar arasında dikilen ağaçlar bâzı çiftçiler tarafından kesiliyor.

Kazıklar yakacak yapılıyor

Daha çabuk sonuç alınması için boylu fidanlar dikiliyor ve bunların tutması için yanlarına kazıklar çakılıp fidanlar bu kazıklara bağlanıyor. Ancak bölgedeki bâzı kişiler bu kazıkları kışlık yakacak olarak kullanmak üzere söküyor. Sökerken de fidanın bağlandığı ipi kesmek yerine, fidanı kırıyor. Bu yüzden fidanlar ya rüzgâr sebebiyle sallanıyor ve tutmuyor ya da kırıldıkları için kuruyor.

Hurdacılar çalıyor

Keçi ve koyun gibi küçük baş hayvanların yeni dikilmiş fidanları yemesini engellemek için bu fidanların etrâfı metal paneller ile çevriliyor. Ama bu metaller hurdacılar tarafından satılmak üzere sökülüyor.

Bütün bunların yanında ormanları çöplük olarak kullanan ve attıkları cam şişelerin merceklenme yapıp yangına sebep olması ise başka bir takozluk. Bunun örneklerini her gün haber bültenlerinde içimiz acıyarak seyrettiğimiz orman yangınlarında görüyoruz. En son Çanakkale’deki yangında sâdece ağaçlar değil, köy evleri, hayvanlar da yandı.

Hani memleket sevgisi ve insanlık?

Lafa gelince herkes ülkesini, memleketini, toprağını seviyor. Düşmanın bir karış toprağımıza göz koymasına tahammül edemiyoruz. Bunun için canımızı veriyoruz. Ama ölerek yaptığımız fedâkarlığı yaşayarak neden yapmıyoruz?

“Memleketi ben mi kurtaracağım” ifâdesindeki takozluk burada ortaya çıkıyor. Gönüllü olarak kendine iş edinme kültürümüz çok zayıf. Bunu yapana da hor gözle bakıyoruz. Bu hor gözle bakmanın arkasında “bize iş çıkartacak” düşüncesi yatıyor. Gönüllü olarak bir şey yapanlara, işi olduğu ve bunun için devletten maaş aldığı hâlde yapmayanların bu ayıbını ve ihmâlini ortaya çıkaracak diye hor gözle bakılıyor.

Orman Genel Müdürlüğü’nün ürettiği fidanları dikmesi gerekirken ormanın ücra köşelerine atıp kurumaya terk edenler yok değil.

Şehirlerin doğal süsü olan ve sıcaklığı azaltan ağaçlar, sonbaharda yaprak dökeceği ve bu yaprakları süpürmek fazladan iş çıkartacağı için ağaçları kurutanlar yok değil.

Ağaç gibi günümüzde hayatî öneme sâhip bir şey bile bu kadar düşmanca bir davranışa mâruz kalıyorsa, bu ülkeyi sosyal, ekonomik, sportif konularda, millî savunma, sağlık gibi alanlarda ileriye götürmek için yapılan çalışmalara siyâsî, dinî veya mafyatik ne takozluklar yapıldığını sizin tahminlerinize bırakıyorum.

Her şeyi devletten bekliyoruz. Ya da birileri yapsın biz kullanalım istiyoruz. Ama devletin veya başkalarının yapıp bizim kullanımına sunduklarını korumuyoruz. Yok ediyoruz, bozuyoruz, kirletiyoruz, kırıyoruz, döküyoruz.

Şu tavsiyeyle bitireyim: Çöp toplamak işimiz ve görevimiz değil ama olur olmaz her yere çöp atmama gibi insâni bir sorumluluğumuz var. “İnsan gibi” yaşamak istiyorsak, “insan” olmak ve buna göre davranmak zorundayız. İşe insanlığımızın önündeki takozları kaldırmakla başlayabiliriz.