Yazının başlığını koyarken "konu", "mevzu" ve "mesele" kelimelerinden hangisini kullanmam gerektiği üzerinde uzun süre düşündüm.
Yazının başlığını koyarken “konu”, “mevzu” ve “mesele” kelimelerinden hangisini kullanmam gerektiği üzerinde uzun süre düşündüm.
Yazının içeriği ve içeriğin ağırlığı ve önemi, hatta “ehemmiyeti” ile kıyaslandığında, “konu” kelimesi biraz hafif kaldı. “Konu” kelimesi, “konmak, mevzi almak” anlamlarını taşıdığı için “mevzi” ile aynı kökten türetilmiş olan “mevzu” kelimesi de ağırlık ve ehemmiyet açısından hem kulağıma hem de gönlüme hoş gelmedi.
Ama yazının içeriği Türkiye’de o kadar büyük bir sorun ile ilgiliki, bu sorunu “suâl” kökünden gelen “mesele” kelimesini başlık yaparak ele yerinde olacaktı ve öyle de oldu.
Nedir Bu Doçentlik?
Evet, Türkiye’de bir doçentlik meselesi var. Bu mesele, çözülmek üzere hem Yüksek Öğretim Kurumu yâni YÖK’ün hem de biz akademisyenlerin önünde duruyor. Duruyor ama rahat durmuyor ve rahat vermiyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çıkışından sonra, çeşitli çevrelerin gündeminden düşmüyor.
12 Eylül 1980 askerî darbesi sonrasında, 1981 yılında kurulan YÖK, aradan geçen otuz altı yıl ve neredeyse on kat artan üniversite sayısına rağmen, birçok değişiklik yapılsa da genel hatlarıyla aynı kurallarla yönetilmeye çalışılıyor. Ama harcanan emek ve gayretin çoğu boşa gidiyor. Kısacası YÖK, doluya koysa almıyor, boşa koysa dolmuyor. Sivil Anayasa gibi, darbe etkilerinden arınmış bir “Sivil YÖK Yasası” gerekiyor âdeta.
Artan akademik kurum sayısı, berâberinde akademik eleman ihtiyâcını da getiriyor. Tıpkı artan dünya ticâret hacmine paralel olarak, Boğazlarımızdan geçen gemilerin sayısının artması ama işleyişin genel olarak 1937 Montrö Anlaşması’na göre yapılmaya “çalışılması” gibi.
İhtiyâç duyulan akademisyen sayısı yeterli olmadığı için, yeni üniversiteler ya da mevcut üniversitelerin yeni fakülte ve bölümlerinin akademisyen ihtiyâcı diğer üniversitelerden transferlerle giderilmeye çalışılıyor. Akademisyen yetiştirecek olan kadrolarda en büyük bölüm yardımcı doçentlerden oluşmakta, onlar da doçentlik için çalıştıkları için yaptırabildikleri yüksek lisans ve doktora tezlerinin sayısı düşük kalmaktadır.
Doçentlik Jürileri
Bunun yanında her hangi bir akademik makalenin bir dergide yayınlanması için uygulanan “kör hakemlik” uygulamasına benzer bir uygulamayla sâdece dosyalar üzerinden yapılacak bir inceleme ile daha objektif hâle gelebilecek doçentlik jürileri, hâlâ ideolojik engellere takılabiliyor ve yardımcı doçentlerin önündeki dar boğaz aşılamıyor.
Bu İş Üniversitelere Verilmeli
Çözüm Kaf Dağı’nın ardında değil. Bugünkü akademik modelin kurulduğu Batı ülkelerindeki uygulama bellidir. Bir akademisyen ve bir yardımcı doçent olarak kendimden örnek vereyim. Benim dört yıllık fakülte ve yüksekokullarda ders verebilmem, yüksek lisans ve doktora derslerine girebilmem, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin tez danışmanlığını yapabilmem ve doktora jüri üyesi olabilmem, doktora mezunu olmama bağlıdır. Bana bu ehliyeti veren de bir üniversitedir. Üniversitelere bu yetkiyi veren de YÖK’tür.
Üniversitelere verilen bu yetki, neden doçentlik ve profesörlük için genişletilmesin?! YÖK ile üniversiteler arasındaki güven neden daha üst seviyelere çıkmasın?! Neticede akademik personel kalitesini yüksek tutmak ve üniversiteler sıralamasında üst sıralarda yer almak isteyen her üniversite, doçent ve profesör atamalarını YÖK’ün oluşturduğu jüriden çok daha ince eleyip sık dokuyarak ve daha objektif şekilde yapabilir. Bir üniversite kendi bünyesinde doçentlik ve profesörlük ataması için şartları kendi koyabilir. Bunun suistimâlinden zararlı çıkacak olan da, o üniversitenin kendisidir.
Son üniversite sınavında iki yüz bin kontenjanın boş kalması gösteriyor ki, üniversite öğrenci adaylarımız artık bilinçli tercih yapmaktadır. Bu konu da tercihlerini kaliteli üniversitelerden yana kullanacaklardır.
Ülke genelinde bir standardın oluşması için, asgarî şartları YÖK belirleyebilir. Her üniversite, bu sınırın üstüne ilâve şartlar koyarak istediği nitelikte doçent ve profesörün atamasını yapabilir ve istihdâmını sağlayabilir. Hatta profesörlüğün devâmı ya da tenzili gibi bir düzenleme ile akademik verimlilik ve üretkenliğin devamlılığı sağlanabilir. Böylece profesör olunca yeterince akademik çalışma yapmayan bâzı profesörlerin de teşvik edilmesi sağlanabilir.
Hangi üniversitenin hangi şartlarla doçentlik ve profesörlük verdiği üniversitenin akademik kalitesinin de bir göstergesi olacaktır. Zira rekâbet her zaman kaliteyi artırmıştır.
Her şeyde Avrupa ve ABD örnek alınırken, Türkiye’nin en önemli kurumlarının akademik yapılanmasında, verimliliği kat kat fazla uygulamaları neden örnek almıyoruz?
YÖK’ün Verimliliği Artar
Tüm bunların yanında, devlet mekanizması içinde üniversitelerin denetimini sağlayacak bir kurum olarak YÖK’ün yönetiminde akademisyen idâreciler ile akademisyen olmayan idâreciler arasındaki oranın dengelenmesi konusu da tartışılmalıdır. Ayrıca YÖK’ün icrâ kurumu hüviyeti, bir istişâre ve tavsiye kurulu olma yönünde yeniden ele alınabilir.
Böylece YÖK, daha hedef odaklı bir hâle gelerek görevini daha verimli ve yıpratıcı tartışmalardan en az etkilenecek şekilde yapacaktır. Ayrıca vakıf üniversiteleri de maaşını verdikleri akademik personelin, akademik gelişiminde ve terfisinde daha etkin bir rol oynayabilecektir. Bunun sonucunda üniversitelerde daha az akademik sorun ortaya çıkacak ve YÖK de daha iyi yönetilen ve işleyen üniversitelerin denetimini daha etkin ve verimli yapar duruma gelecektir.