Türkiye'de Tanzimat'tan bu yana toplum bir kutuplaşma içindedir.
Bir tarafta geleneksel kasaba tutuculuğu içinde kasaba yaşam tarzı ve tüketim kalıplarını muhafaza etmek isteyen kitleler bulunmakta ve kendilerini milliyetçi - muhafazakâr olarak tanımlamaktadır. Diğer tarafta da Türk kültüründen koparak Batılı yaşam tarzını ve tüketim kalıplarını benimseyen daha şehirli kitleler vardır ki, bunlar kendilerini demokrat – Atatürkçü – hümanist görmektedirler. Her iki taraf da, Anadolu’da 1000 yıl içinde oluşturduğumuz yüksek Türk – İslam kültürüne yabancılaşmış, birisi kasabanın üretimsizliği, katı tutuculuğu ve bireyi baskılayan yaşam tarzını kutsarken diğerlerini “gâvurlaşmış” olarak tanımlamış, diğeri de, aydın ve çağdaş bir yaşam tarzı adına Batı şehirlerinin varoşlarında yaşayan ayaktakımının yaşam tarzını kutsayarak diğerini “gericilikle” suçlamıştır. Her iki tarafta da ortak özellik yaygın cehalet, üretimsizlik ve vasat altı insan kalitesidir.
Yukarıdaki paragrafta çok keskin üç önerme vardır:
(1) Türk toplumu her iki tarafıyla da yüksek Türk İslam kültüründen bîhaberdir.
(2) Milliyetçi muhafazakâr kitle kendi kasaba yaşam tarzını İslam zannetmekte, buna uymayanı dinden çıkmakla itham etmektedir.
(3) Demokrat – Atatürkçü – hümanist kitle de Batı’nın alt tabaka insanlarının yaşam tarzını çağdaşlık zannetmekte, buna uymayanı da toplum ve insanlık düşmanı olarak addetmektedirler.
Bu üç önermenin dışında ve buna bağlı olan temel sonuç da, Türkiye’de kendilerini “aydın” olarak tanımlayan bir kısım zevatın Türk halkının inanç değerleri, kültürü ve geleneklerine yabancılaşmış ve düşmanlık besleyen bir grup olması, bunun karşılığında da kasabalı halk yığınlarının da bu “aydınımsılara” bakarak her türlü eğitimli insandan nefret etmesidir. O zaman derdimizi anlatmak için önce bu üç nokta üzerine temas edelim, daha sonra da Türkiye’nin aydın problemini tartışalım.
Yüksek Türk – İslam Kültürü
Bugün Türk kültürü deyince, aslında, Anadolu topraklarında Selçuklulardan bu yana neredeyse bin yıllık bir tarihi birikimden bahsediyoruz. Elbette ki, bu birikimin zirve noktası Osmanlı kültürüydü. Osmanlı deyince aklınıza hanedan gelmesin ama üç kıtaya hâkim olan, Orta Asya Türk, Akdeniz ve Balkan kültürlerinin bir bileşkesini oluşturan bir İmparatorluk kültürünü hatırlayın: Mimarisi, şehircilik anlayışı, güzel sanatları ve bütün bu geniş coğrafyanın kültürlerinin bir senteziyle şekillenmiş yaşam tarzı… Bütün bu toplumsal birikimin arka planı da, Anadolu tasavvufuna dayanır. Şüphesiz ki, bu, çok ince bir zevk ve derin bir kavrayışla zenginleşmiş bir İslam yorumudur ve bu kültürün en kristalize olmuş hali de İstanbul kültürüdür. Bu yüksek kültür kendi içinden kendine has seçkinlerini yetiştirebildiği müddetçe hayatta kalmıştır ancak bugün, maalesef, tarihi, sosyal ve iktisadi etkenlere bağlı olarak bu yüksek şehir kültürünün ve onun getirdiği ince tasavvuf anlayışının temsilcisi sayılabilecek seçkin zümreler neredeyse hiç kalmamıştır. Her iki taraf da bu kültür ve yaşam tarzından çok uzaktadır.
Kasaba yaşam tarzını İslam zanneden milliyetçi muhafazakârlar
Bundan daha önceki yazılarımda, Türkiye’nin yirminci yüzyılda yaşadığı hızlı sanayileşme sürecinin köyden kente göç, plansız şehirleşme ve sanayileşme ile birlikte şehirlerde kasabalarından kopup gelmiş ama bir türlü şehirlileşememiş bir kitlenin oluşmasına yol açtığından bahsetmiştim. Bu kitleler şehirde hemşehri dernekleri ve cemaatler etrafında örgütlenmişler ve kasabadaki yaşam tarzı ve tüketim kalıplarını korumaya özen göstermişlerdi. Sağ ve muhafazakâr partiler de bu kitlelerden beslenmiştir. Uyguladıkları politikalar bu kitleleri şehirlileştirmekten ziyade şehirleri büyük kasabalar haline getirmiştir. Sonunda karşımıza hiçbir fıkıh kitabında karşılığının olmayacağı hurafelerle beslenen amorf bir yapı çıkmıştır. Örnekler çoktur ama iki tanesini verelim: Bilmem kaç tane salavat okuyana 1 huri verenler mi dersiniz, “Ketçaptan tahrik olunur, bu yüzden caiz değildir!”, diyenler mi dersiniz… Anlaşılacağı üzere bunların aklı fikri uçkurlarındadır. Seçin, beğenin, alın! Son günlerde bu kesimlerin en büyük tepkisi kendi içinden yetişmiş tahsilli, dünyaya açık seçkin kimselere olmaktadır. Karşı taraftaki “aydınımsıları” değil de, kendi içindeki seçkinleri hedef haline getirmeleri de ilginçtir. Çünkü cehalet ve hurafe üzerine kurulu düzenlerini tehdit eden kendi içlerinden çıkan bu seçkinlerdir.
Batılı alt sınıfların yaşam tarzıyla çağdaşlaştığını zanneden beyazlatılmış Türkler
Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Şıpsevdi adlı romanında, romanın başkarakteri Meftun Bey aslında bu kitlenin yüz yıl önceki tipik temsilcisidir. Meftun Bey’in doğru düzgün bir tahsili yoktur, yarım yamalak Fransızca yarım yamalak da Türkçe konuşur. İstanbulin redingot, kırmızı püsküllü fes, setre pantolon giyip bunu da vazgeçilmez aksesuarlar köstekli saat ve monoklla (tek camlı gözlükle) tamamlayınca uygarlaştığını zanneder. Toplumda kötü ne varsa İslam’dan ve Türklükten kaynaklandığını, kurtuluşun ise Batılı yaşam tarzını (romandaki örneklerle anlatırsak serbest evlilikler ve bolca içki içmek) tümden taklit etmekle sağlanacağını savunur. Ama üretimde Batılılaşma deyince Meftun Beyin o taraklarda bezi yoktur. Kısa yoldan köşe dönmek en büyük amacıdır. Bu yolda zamanın en tutucu ve hurafeci ailesinin zengin kızı Lebibe Hanım’la evlenir. Roman bu ikilinin yaşam tarzlarından kaynaklanan komik çelişkiler etrafında döner. Bugün “beyazlatılmış Türklerin” Meftun Bey’den farkları yoktur. (Yalnız bazı muhafazakârlarımız Meftun Bey’in kıyafetini Türk – İslam olmanın alameti saymaktadırlar, DMD) İçki içmek ve serbest cinsellik anlayışının hâkim olması ile toplumun uygarlaşacağı inancı hâkimdir. Ama hiç biri Batılılar gibi bir üretim ve iş ahlakına sahip değildir. Tıpkı muhafazakârlarımız gibi, onlar da, kısa yoldan köşeyi dönmek, az çalışıp çok kazanmak istemektedirler. Tahammül edemedikleri kimseler ise, kendi mahallelerinden çıkıp onların durumlarını eleştiren seçkin kimselerdir. Bilmedikleri ise, Batı’nın üst sınıflarının, Batı’ya yön veren seçkin kimselerin her şeyden önce Batı’nın kültürüne bağlı, kendi toplumları için “sağcı” kabul edilebilecek kimseler olduğudur. Aslında, bizdeki “beyazlatılmış Türkler” Batı’nın lümpen proletaryasının yaşam tarzını uygarlaşma zannetme aczi içindedirler.
Bu birbirini hasım belleyen iki grubun da ortak özelliği üretimsizlik, iş ahlakından nasibini almamış olmak ve Türk İslam kültürüne yabancılıktır. Bu meselenin çözümü ve yeniden sağlıklı bir toplum olmanın önemli koşullarından biri de kendi toplumuna yabancılaşmamış ama dünyaya da gözlerini kapatmamış seçkinlerin yetişmesidir.
Laf uzadı… Yerimiz dar ama zamanımız var… Türkiye’de aydın sorununu da bir sonraki yazıya bırakalım.