Dünyada ve Türkiye'de küreselleşmenin yol açtığı en vahim neticelerden birisi vasat altı ve kalifiyesiz, yani bilgi ve eğitim düzeyi ortalamanın altında olan ve üretken olmayan, insanların piyasayı domine etmesidir.
Uzun bir izin döneminden sonra tekrar merhaba… Güzel memleketimizin çeşitli yerlerinde ve tabiî ki memleketimizin harikulâde mücevheri İstanbul’da geçirdiğim izin dönemi boyunca haberleri şöyle bir takip ettim. Ülkemizde mutad olduğu üzere konjonktür hızla değişmekte, konular birbirini takip etmekteydi. Hele bir aylık bir aradan sonra yazacak o kadar çok konu birikiyor ki, yazı konusu seçmede büyük sıkıntıya giriyorsunuz. Bugün istedim ki sizlerle son bir ayda en çok konuşulan konuları bir özetleyeyim ve konuyu Türkiye’de gitgide yaygınlaşan vahim bir psikolojik vakaya, yani “seçkin düşmanlığına” getirelim. Buyurun başlayalım:
Kasabanın Şerifi yanına yeni bir Şerif Yardımcısı aldı: Bazı varakparelerde “Osmanlı torunu İngiltere’ye Başbakan oldu!” gibi ifadelerle (sahte) övünç imalarına yol açan Boris Johnson! Kendisine “İleri demokrasi alemine hoş geldin, Mr Johnson!” diyorum. Diğer yandan ABD’de işler yine aynı. Kasabanın Şerifi bir telden çalarken Pentagon, CIA, FED ve benzeri Amerikan müesses nizamı da başka telden çalıyor. Bu durumun bizi en fazla etkileyen kısmı da ABD’nin Suriye ve Doğu Akdeniz politikasıdır. ABD’nin tersine iktidarı ve muhalefetiyle, devletin kurumlarıyla Türkiye bu konuda tek bir ses halindedir. Çünkü ABD için bu mesele küresel iktidarını biraz daha pekiştirebilmek ve belli sektörlerde kâr oranlarını bir kaç puan daha arttırmak veya arttıramamak anlamına gelirken Türkiye için bir ölüm kalım meselesi haline gelmiştir. İçeride birbirimizle tartışmanın şehvetine kapılmışken göremediğimiz ana sorun vatanın varlığının orta vadede tehdit altında olduğudur. Gerek Doğu Akdeniz gerekse Kuzey Suriye’de gerekli önlemlerin sür’atle alınması gerekir. Yoksa kepenkleri indirip dükkânı kapatıp gidelim!
Merkez Bankası Başkanı değişti. Yeni Başkan’a başarılar diliyorum. İlk uygulamasında da politika faizlerini yüzde 19,75 düzeyine çekti. Bu uygulamanın birinci anlamı artık Hükümet ve Merkez Bankası’nın daha koordineli çalışacağıdır. İkinci anlamı ise aynı anda tecrübe etmekte olduğumuz işsizlik ve enflasyon problemlerinin çözümünde önceliğin işsizliği kaydırıldığı, enflasyonla mücadelenin gevşetildiğidir. Bu arada hiç beklenmedik ya da iktisat teorisiyle çok bağdaşmaz gibi gözüken bazı gelişmeler oldu. 15 Ağustos saat 13:46 itibarı ile Dolar kuru 5.6 Avro kuru da 6,26 düzeyindedir. 2019 başında 5.78 olan Dolar kuru sekiz buçuk ay sonra 18 Kuruş düşmüş. Bu kur düzeylerinin makul olduğunu söyleyebilmek için en basit enflasyon paritesi hesabıyla bakıldığında ve FED’in faiz indirim kararı da dikkate alındığında Türkiye ve ABD enflasyonları arasında maksimum yüzde 5 fark olması gerekirdi. (Yani Türkiye enflasyonunun yüzde 7-8 civarında olduğu durumdan bahsediyorum, DMD.) Üstüne üstlük Merkez Bankası’nın da faizleri indirmemesi gerekirdi. Şu anda makroekonomik denge Dolar kuru 6,15 – 6.20 TL civarında olması gerekir. Bu durumu nasıl açıklayabiliriz? Kur normal değerinin üstüne çıktığında dolar kurunda spekülatif bir balon oluştuğunu söylemiştim. O zaman CHP’li arkadaşlarım alınmışlar ve dolar 10 TL olacak demişlerdi. Şimdi de yine spekülatif bir balon oluşmuştur, ancak bu sefer TL’nin değerinde. Bu sefer de AK Partili arkadaşlarım alınacaktır. Onlar da Dolar kurunun 3 TL’nin altına inmesini beklemektedirler. Zaman içinde enflasyon oranlarında ve döviz kurlarında tekrar yükselme eğilimi başlayacaktır. Tarih verecek olursam Eylül ayı ikinci yarısında bunu kendi gözlerimizle göreceğiz.
Kaz Dağları’nda yaz tatilimi geçirdim. Eski Truva Krallığı ve sonra Karesi Beyliği’nin topraklarında olan bu bölge bir tabiat harikasıdır. Assos’tan Ayvalığa kadar olan bu bölgemiz bir tarih ve doğa hazinesi üzerindedir. Tam da bu sırada Kanadalı şirketin siyanürlü altın arama haberi ve vatandaşların bu duruma sert tepkisi yazılı ve görsel medyada manşetlere taşındı. Tartışma “Yazık değil mi ağaçlara, ormanlara!” sözlerinin sahipleri ile “Şu kadar ağaç kesildi ama bunun on misli yeni ağaç diktik! Her yere millet bahçesi açıyoruz!” sözlerinin sahipleri arasında geçti. Ama esas mesele hiç konuşulmadı. Kaz Dağları’ndan 2400 ton altın çıkarılması beklenmektedir. Bu Türk milletine atalarından kalan ortak bir mirastır. 2400 ton altın ne kadar eder? Gram altın 250 TL’dan hesaplansa kabaca 600 milyar TL değerinde bir rezervden bahsediyoruz. Bu altın’ın 10 senede çıkarılması bekleniyor. Bu da ortalama yıllık 60 milyar TL’lık bir değer anlamına gelir; yani bugünkü kurla yıllık 10 milyar 741 milyon dolarlık bir gelir söz konusu. Peki bunun ne kadarı altının gerçek sahibi Türkiye Cumhuriyeti’ne kalacak dersiniz? Sadece yüzde 4’ü. Yani yıllık 2,4 milyar TL kalacak. Bu da yıllık 428 milyon dolarlık gelir anlamına gelir. Kanadalı şirket ve Türk ortağı ne alacak? Yıllık 57,6 milyar TL, ya da 10 küsûr milyar dolar. Altını çıkarma maliyeti ise ancak altının değerinin yüzde 1-2’si kadardır. Böyle bir şey kabullenilemez. Siz dedelerimizden bize miras kalmış altın rezervlerinin yüzde 96’sını elin gavuruna ve Türk ortağına bırakıyorsunuz, hem de bu kadar nakit akışına ihtiyaç duyulduğu bir dönemde. Bir de doğayı perişan ediyorsunuz. Yazık.
“Hocam, bu yazdıklarınızla seçkin düşmanlığı arasında ne alaka var?”, diye soranlarınız vardır. Şimdi o noktaya geliyorum. Dünyada ve Türkiye’de küreselleşmenin yol açtığı en vahim neticelerden birisi vasat altı ve kalifiyesiz, yani bilgi ve eğitim düzeyi ortalamanın altında olan ve üretken olmayan, insanların piyasayı domine etmesidir. Bu insanlar bireyleşemediği için sürü halinde karar verir, sürü halinde hareket ederler. Bireyselleşme insanın kendi ayakları üstünde durabilmesi, kendi becerisi ve üretimiyle geçinebilmesi bu yüzden de kendini ilk önce sarfettiği çaba ve yaptığı üretimle tanımlayabilmesi demektir. Maalesef, genelde dünyada ve özelde Türkiye’de hayat git gide bu cahil gürûhun tepkilerine göre şekilleniyor. Sanat insanlığın erdemi ve yüksek düşünceleri etrafında değil, ama kitle psikolojisiyle hortlayan en ilkel dürtülere hitap ediyor. Bilimsel araştırmalar, her defasında daha çok kazanmayı amaçlayan bir avuç görgüsüz tefecinin kendi çıkarları doğrultusunda yönlendiriliyor. Seçimler toplum için en uygun ve adil çözümü arayanların değil, bu gürûhun şişirilmiş korkuları ve aşağılık komplekslerini en iyi gıdıklayan politikacılar tarafından kazanılıyor. Profesyonellik, bir işi ne kadar iyi yaptığınızla değil, en az çalışmayla en fazla parayı kazanma becerinizle ölçülüyor. Böyle olunca toplumu daha ileri ve medeni bir düzeye götürme rolünü üstlenen seçkinlere bir düşmanlığın doğması kaçınılmazdır. ABD’den İngiltere’ye, Rusya’dan Türkiye’ye bu vasat altı insan profili her tarafta yükselmektedir. Cahil kitlelerin önyargılı dünya görüşünü sorgulayan her birey kitleler tarafından manevi linçe uğratılıyor. Bu dönemin şiarı “herkesle beraber Mersin’e gitmek’tir.” “İcat çıkarmamaktır.” Halbuki ilerleme “Mersin’e değil tersine gitmeye cesaret edebilen, icat çıkarıp arı kovanına çomak sokan” bireylerin elinde gerçekleşir. Bir de bizim muhafazakâr mevkutelerde “seçkin” kavramı “zengin, para babası” anlamında kullanılır. Bu tanımda bile yozlaşma ve anlam kayması görülmektedir. Seçkin, toplumun ortalama düzeyinin üstünde eğitim sahibi, üretken ve dünyayla rekabet edebilecek bireylerdir. Topluma ve insanlığa katkı sunanlardır. Seçkini/eliti olmayan toplumlar çözülmeye ve yıkılmaya mahkumdur. Buradan devam edeceğiz.
Hayırlı Cumalar.