Türk milliyetçiliği başlangıcında Türkler'in Osmanlı İmparatorluğundaki egemen unsur olmasına rağmen İmparatorluk bünyesindeki azınlık kavimlerin ayrılıkçı milliyetçiliklerine tepki olarak yükselmişti.
Geçen yazıda Türkiye’deki ayrılıkçı Kürt siyasetiyle bunlara destek veren bir avuç liberal solcunun düşüncelerinin iktisadi rasyonele sığmadığını, eğer hayata geçirilirse en çok Güneydoğu bölgemizdeki insanlarımızı mağdur edeceğini söylemiştim. Bugün ise karşı cenaha dair yazacağım: Türk milliyetçiliği…
Türk milliyetçiliği başlangıcında Türkler’in Osmanlı İmparatorluğundaki egemen unsur olmasına rağmen İmparatorluk bünyesindeki azınlık kavimlerin ayrılıkçı milliyetçiliklerine tepki olarak yükselmişti. Özünde de devleti ayakta tutma gayesi ile devlet merkezli ve modernleşmeci bir milliyetçilikti. Buna Rusya’dan gelen Türklerin daha ırk temelli milliyetçilikleri de eklenmişti. Ancak Cumhuriyet Dönem Türk milliyetçiliği bu köklerden kopmuştur.
Cumhuriyet kuruluşunda milliyetçiliği temel ideoloji olarak kabul etmiştir. Bu milliyetçilik teoride tanımlanmış ve Batı tarihindeki öncüllerinin gelişme dinamiklerine de uyan bir milliyetçilikti. İlk Türk milliyetçilileri gibi modernleşmeci bir ideolojiyi savunurken milletin tanımı olarak Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını esas almıştı. İttihatçıların bir kısmının kabul ettiği Türk soylu kavimlerin birliği temelli Turancılık reddedildiği gibi, Osmanlı dönemindeki dini mensubiyet temelli millet anlayışı da reddedilmişti. Vatandaşlardan oluşan ve ortak kaygı ve zaferlerle pekişen bir millet tanımı elbette ki modern sanayi toplumunda yükselen milliyetçilik anlayışıydı. Ancak bunun için sanayileşmiş, şehirlileşmiş bir toplum ve mesleki aidiyeti olan ve vatandaşlık bilincine sahip bireylere ihtiyaç vardı. Ne yazık ki, Cumhuriyetin kuruluşundan 1990’lara kadar gelen süreçteki Türk toplumu bu hasletleri ancak yavaş yavaş ve kısmen geliştirebilmişti. Bu yüzden Cumhuriyet Devrimlerinin yol açtığı sert yaşam tarzı değişimi toplumun köy ve kasabalarda yerleşik önemli bir çoğunluğunun tepkisini çekmekteydi. Cumhuriyet yönetimleri dini sembol ve sloganlarla siyaset yapmayı kesin bir şekilde yasakladığı için Cumhuriyet Dönemi’nde kasabalı muhafazakâr kesimler, tarikat mensupları, eski Padişahçılar, İtilâf ve Terakki Partisi artıkları ve CHP’li olamayan İttihatçılar milliyetçi ismi altında siyaset yapmaya başladılar. Bu çorbadan Terakkiperver Fırka, Serbest Fırka ve nihayet Demokrat Parti doğdu. Bu parti mensuplarına göre kendileri milliyetçi idi ama CHP değildi! Aslında kitabi olarak CHP’nin milliyetçiliği gerçek milliyetçiliğe daha yakındı: Vatandaşlık bilincine dayalı bir millet tanımı ve laik devlet ilkesi. Bu arkadaşlar ise, aslında, milliyetçilik adı altında, Atatürk Devrimlerine düşmanlık yapmakta, kasaba ve köylerdeki yarı feodal ağa, aşiret reisi ve eşrafın temsilcisi durumundaydılar. Bugünkü milliyetçiliğin ilk mayası budur. İkinci mayalama işlemi ise NATO’ya girişimizle başladı.
İki kutuplu dünyanın ekonomi politiğinde ya ABD’nin başı çektiği “hür, liberal ve demokrat olduğu iddia” edilen NATO blokunda yer almanız ya da Rusya’nın başı çektiği “bağımsız, sosyalist halk demokrasileri olduğu iddia edilen” Varşova Paktı’na dâhil olmanız gerekmekteydi. Bağımsız kalabilen bir avuç ülke de bağlantısızlar hareketini kurmuştu. Bizim çok fazla bir seçeneğimiz yoktu. İkinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kalmış olmamız, hem Almanlara hem de Müttefiklere yakın olmamız, Rusya’nın müstebit diktatörü Stalin’in öfkelendirmişti. Bizden Boğazlar’da üs ile Kars, Ardahan ve Erzurum’u istiyordu. O günkü şartlarda Rusya’ya karşı koyacak bir gücümüz yoktu. Bu sebeple İsmet İnönü’nün başlattığı çok partili hayat ve arkasından Menderes’in Kore Harbine ABD yanında katılmasından sonra NATO’ya kabul edildik. ABD yetkilileri için Türkiye’deki kendilerine milliyetçi diyen kasabalı sağcı kitleler çok güzel bir malzeme teşkil etmekteydi. Öncelikle Rusya ile savaş ve mağlubiyetle dolu bir tarih, hâlâ silinmemiş 93 Harbi anıları, üstüne Stalin’in küstâh talebi bu kitleleri doğal olarak ABD’ye daha yakın hale getiriyordu. Komünizmle mücadele dernekleri, bu yüzden, en elverişli adaylar olarak tarikatçıları, eski ittihatçıları, taşralı garibanları görmekteydiler. Düşünsenize gayet modern ve Batıcı Ahmet Emin Yalman, kafası her daim karışık Peyami Safa, İslamcılığın ve Milliyetçiliğin kirvesi Necip Fazıl ve vatan haini Fethullah bu isim altında bir araya gelebilmekteydiler. Zaman içinde dini ve milli hislerle yoğrulmuş bir komünizm düşmanlığı Türk milliyetçiliğinin ikinci mayası olmuştu.
Bu konjonktürde ve tam da NATO’nun tercih edeceği ilkelerle MHP Türk milliyetçilerinin partisi olarak ortaya çıktı. Artık Ziya Gökalp yoktu, Yusuf Akçura yoktu, Gaspıralı İsmail ve Ömer Seyfettin yoktu ama Necip Fazıl vardı, çeşitli tarikatlar ve NATO eğitimli subaylar vardı. Bu maya öyle bir tuttu ki, artık Türk milliyetçisi olmak demek MHP’li olmak demekti, Türk milletinin refahı, eğitim düzeyi ve modernleşmesi hedeflerinden çok Türk Devleti’nin bekası ve yıkılmaması hedefleri önemi öne çıkmaktaydı. Kendilerini de Ülkü Ocakları’ndan mülhem “ülkücü” olarak tanımlamaya başladılar. Hiç şüphesiz, MHP ve Ülkü Ocakları bağımsız ve müreffeh bir Türkiye’den yanaydı ama öncelikli hedef Türk Devletinin bekası ve içerideki “vatan hainlerine” karşı savunulmasıydı. Vatan hainleri ise genel tabirle solcular, özel tabirle komünistlerdi. Sokaktaki ülkücülere göre MHP’li olmayan Türk milliyetçisi sayılmamaktaydı. Bu durum o kadar ileriye gitti ki, milliyetçiliğinden hiç şüphe duyulmayacak Ecevit bile “komünist” ve “Türk düşmanı” olarak görülmekteydi. ABD’liler bununla yetindiler mi? Hayır… Öbür tarafta yine taşra kökenli ve vatanın bağımsızlığını savunan solcu gençleri de örgütlediler. Onlara göre de ülkücüler “Amerikan uşağı” ve emperyalizm işbirlikçisi idi. Bu iki kesim 1974’teki Kıbrıs Barış Harekâtı’nın cezalandırılması mâhiyetinde 6 yıl boyunca birbirine düşürüldü. Taşralı köylü çocukları ABD ve onun güdümündeki Türk istihbaratı tarafından yönlendirilerek birbirine kırdırıldı. Sonunda ABD’nin gerçek oyuncusu, NATO’nun en büyük ikinci askeri gücü, TSK 12 Eylül 1980’de oyuna bir son verdi. “Bizim çocuklar kazanmıştı.”
1980’li yıllar ANAP yönetimlerinde 1970’lerin düşman kardeşleri bir araya geldiler. Solcuların bir kısmı kendilerini liberal olarak –ki biz onları liboş olarak biliyoruz- tanımlarken, milliyetçiler de serbest piyasa ekonomisi taraftarı muhafazakârlar olmuşlardı. Devir para kazanma dönemiydi. Devlete ait kurumların özelleştirilmesine kimse ses çıkarmadı, ne de olsa komünizme karşıydık! Sol kökenli liboşlar da emperyalist güç merkezlerinde oryantasyona tâbi tutulduktan sonra liberal aydın olarak hem para hem de güç kazanmışlardı. Ne geleneksel değerler ne de Cumhuriyet’in kurmaya çalıştığı vatandaşlık bilinci ve erdemlerine uymayan ahlâksızlık genel durum halini aldı. Hayali ihracatlar, vurgun ve yolsuzluk dosyaları ve kolay kazanılan servetler…
1990’da soğuk savaşın bitmesi ve komünizmin çökmesi ile birlikte MHP’ye ve MHP’lilere gerek kalmamıştı ki… PKK terörü patladı. Artık bir kısmı Merkez sağ partilerde liberalleşmiş ve eski düşmanları yeni liboş arkadaşları ile para kazanan MHP’liler için yeni hedef belli olmuştu: Bölücülük. Ancak hem Türkeş hem de Bahçeli yönetimleri ülkücüleri sokak kavgasına karışmaktan korumuştu. Bu durumda MHP artık kendisini iktidarın doğal bir parçası ve devlet partisi olarak konumlandırmıştı. 1990’larda Demirel’e, Yılmaz’a ve Ecevit’e dışarıdan karşılıksız destek veren MHP, 1999 seçimlerinden sonra fiilen Ecevit’in ortağı olarak iktidar olmuştu. 2000’li yıllarda MHP AK Parti Hükümetlerine muhalefet ederken, yine devlet partisi olma çizgisini korudu. Yine 2015’ten sonra değişen AK Parti politikalarına destek verirken de devlet partisi çizgisindedir.
Bugün MHP’li gençlere “İlk önce milliyetçi misiniz, ülkücü müsünüz?” diye sorduğumda “Ülkücüyüz!” cevabını alıyorum. Karşımızda kendini devletle özdeşleştirmiş bir parti, parti mensubiyetini “milliyetçilikle” özdeşleştirmiş bir partililer kitlesi var. Pekiyi, benim bundan önce üç yazıda bahsettiğim milliyetçilikle bu partililerin görüşleri ne derece örtüşmektedir? Çok az…
Seçimler yaklaşırken, her iki büyük ittifakın içinde kendini “ülkücü” olarak tanımlayan siyasiler var. Yani, bir deyişle, seçim farklı cenahlardaki ülkücüler arasında geçeceğe benzer. Fakat Türkiye’nin genel haline baktığımızda milli değerlerden kopmuş, millet olma şuurundan uzaklaşmış, milli aidiyeti hızla kaybeden, dini, etnik ve siyasi mahallelerine kapanmış parçalanmış bir toplumla yüz yüze olduğumuzu görürüz. Yeniden millet olabilmemiz çok önemlidir. Bu anlamda Türk milliyetçilerinin parti değil milli kimlik, Türk milliyetçi siyasetinin de devlet değil millet merkezli yeniden kurulması gerekmektedir.