Hem parlamentonun genel tablosunu hem de yeni kabineyi ve kabinede dış politika ile ilgili isimleri artık biliyoruz.
14 Mayıs-28 Mayıs seçimleri sona erdi. Cumhurbaşkanı Erdoğan yemin etti, göreve başladı. Hem parlamentonun genel tablosunu hem de yeni kabineyi ve kabinede dış politika ile ilgili isimleri artık biliyoruz. Cumhurbaşkanı Erdoğan, seçim sonrası ilk mesajlarını da verdi ve Yeni Türkiye Yüzyılı vizyonu doğrultusunda ilerleneceğini pek çok kez vurguladı. Dolayısıyla seçim sonrası Türkiye’nin dış politikası ve dış ilişkilerinin geleceği ile ilgili kalem oynatmamız için yeterince veri mevcut. Biz de bu yazımızı bu konuya ayıralım istedik. Önce genel hava ne söylüyor ona değinmek lazım.
Seçim sonrası genel hava
Öncelikle seçimler, isimlerden bağımsız yeni bir kabinenin oluşması, yeni bir meclisin göreve başlaması her zaman bir başlangıç anlamına gelir ve dış politikada hem söylem-hem eylem düzeyinde sembolik adımlar için bir fırsat penceresi oluşturur. Bu pencere Ankara ile ilişkilerini bugüne kadar niyet edilmiş bir şekilde kontrollü bir mesafede tutan aktörler için önemli bir açılım şansı. Zira 2021-2023 arasındaki kritik dönemde Ankara bir yandan iddialı dış politikasının altını kriz yönetimi üzerinden dolduruyor, diğer yandan daha derin, daha çok boyutlu, daha çeşitlendirilmiş iş birliklerine hazır olduğunu uluslararası topluma duyuruyordu. Şimdi Ankara bu duruşunu sadece korumuyor, somutlaştırıyor da. Cumhurbaşkanı Erdoğan, seçimlerin ertesinde verdiği mesajlarda Türkiye’nin etrafında, “Avrupa’dan, Karadeniz’e, Kafkasya ve Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya bir güvenlik ve barış kuşağı tesis etmeyi” öncelikli amaç olarak zikretti. Göreve Başlama Töreni’nde yaptığı konuşmada da Türkiye’nin “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesini takip edeceğini ama bunun içe kapalılık, içe kapalı bir diplomasi anlamına gelmediğinin de altını çizdi. Türkiye Yüzyılının sürekli zikredilmesi ve tören konuşmasında Mavi Vatan’a -Türkiye ve KKTC’nin haklarının korunması vurgusu ile birlikte- yapılan atıf Türkiye’nin iddialı dış politikasını sürdüreceğini ama bunun küresel sistemden, küresel toplumdan, küresel düzenden kopuş olmadığını bize anlatıyor.
Türkiye Yüzyılı ya da dış politikada iddialılık
İddialılık, Uluslararası İlişkiler literatüründe kullanılan ama daha tam olarak olgunlaşmamış bir kavram. Bir statü talebi ve bu talep için gerekli kabiliyetlerin elde edilmesi anlamına geliyor ama bunun liberal küresel düzen için ne ifade ettiği tam anlaşılmıyor. Rusya’nın iddialılığı revizyonizme dönüştüğü için iddialılık denilince bir nostalji politikası ve revizyonist çıkışlar bekleniyor. Türkiye ise kendi iddiasını bu örnekten farklı, ters bir istikamette ortaya koyuyor. Türkiye Yüzyılı nostalji politikaları ile ilgili değil, gelecekle ilgili. Reform talebi ve Türkiye’nin güçlenmesi, daha bağımsız politikalar izlemesi talebi liberal sistemden kopuş değil, liberal iktisadi ve siyasi düzenin istikrar için çalışmasını sağlama talebi. Yerlileşme ve millileşme bir kapalı milliyetçilik biçimi değil, Türkiye’nin çevresindeki geniş bölgenin daha iyi koşullarda yaşamasını açık bir bölgeselcilik (sadece bölgesel aktörler arasındaki karşılıklı bağımlılığı değil bölgeler ile liberal düzen arasındaki karşılıklı bağımlılığı da vurgulayarak) üzerinden düşünmek.
Dolayısıyla genel atmosfer şu: Türkiye karşılıklı bağımlılık, çeşitlendirilmiş iş birliği, bölgesel-küresel istikrar ve küresel sisteme destek temasını dış politikasında vurgulamaya devam edecek. Bu arada stratejik otonomi, caydırıcı ve zorlayıcı kabiliyet inşası, yeni kaynak yaratımları ile (burada öz kaynak ve yatırımın yan yana bir sinerji içerinde işlemesi amaçlanıyor) söz konusu kabiliyet inşasını sürdürebilir hale getirme fikrinden de vazgeçilmeyecek. Bu ikinci hat krizlerde Türkiye’nin bağımsız hareket ederek dengeli bir dış politika izlemesini sağladı. Dahası Türkiye’nin dengeli dış politikası küresel sistemi çıkabilecek daha büyük krizlerden korudu. Tahıl koridoru bu açıdan sembolik değeri çok yüksek bir başarı hikayesiydi. Bu başarı Türkiye’nin güçlenmesini bir yumuşak güç hikayesine döndüren bir örnek olarak da mühim. Dolayısıyla gelecek dönem Türk dış politikasında Ankara gücün, yumuşak güç zırhına bürünme sürecini öne çıkartacaktır. Bu vurgu için farklı enstrümanlardan yararlanılabilir elbet ama şu ana kadar Ankara’nın temel başarısı diplomasi üzerinden oldu, dolayısıyla diplomasi üzerinden yola devam edileceğini düşünüyorum.
Türkiye-Batı normalleşmesinin geleceği
Genelde tablo bu, özelde ne bekliyoruz? Özele inildiğinde ilk soru her zaman Türkiye-Batı ilişkilerinden geliyor. Türkiye-Batı ilişkilerinde uzun bir süredir bir normalleşme havasından bahsediliyor, biliyorsunuz. Bu normalleşme beklentisinin üç sebebi var:
i)-Avrupalılar ve AB, Ukrayna Savaşında tek bir Batı cephesi oluşturmak derdindeler. Bu konuda başarılı da oldular ama başarıları çok kırılgan. Hem AB içerisinde Ukrayna ve Zelensky yönetimi üzerindeki tırmandırıcı ABD etkisinden rahatsız olanlar var, hem de savaşın maliyeti konusunda özellikle Almanya, Fransa, İtalya, İspanya gibi ülkelerde kendi hükümetlerini farklı şekillerde eleştiren ve sadece Rus yanlılığı olarak okuyamayacağımız bir memnuniyetsizler halkası var. Bu ortamda Avrupalılar, Doğu Akdeniz’de, Ege’de, Kuzey Afrika’da Türkiye’nin karşı tarafta yer aldığı bir krize bulaşmak istemiyorlar. Dolayısıyla bir Türkiye-Yunanistan krizi de arzu edilmiyor. Ayrıca Avrupalılar 2011 rekabet parantezinin Ortadoğu’da kapandığının da farkındalar. Dolayısıyla ideolojik /kimliksel anlatılar üzerinden Avrupa’nın muktedir olamadıklarına mazeret bulma şansı da azaldı. Daha ötesi AB ve Avrupalılar hala aynı yerdeler, yani kendi tabirleriyle, “enerji, güvenlik ve mülteciler” konusunda Ankara ile iş birliğine ihtiyaçları var. Bu üç hususu çıkartsanız zaten AB dış politikasında ne kalır ki. Yani Brüksel için Ankara’yı çalışabilir bir ortak olarak tutmak en önemli amaçlardan birisi.
İi)-ABD içeride (Trump ile) ve dışarıda (Çin ile) Türkiye ve coğrafyasından uzaklarda bir yerlerde meşgul. Ayrıca ABD’nin, Ortadoğu’da Türkiye dışında sorunları var (örneğin İran ve İran misilleri problemini halledememesi, örneğin Körfez’in giderek ABD’nin etki alanından uzaklaşması, örneğin İsrail’in rahatsızlık kat sayısının sürekli artması vb). Ve Washington’da birileri bu sorunların bir krize dönüşmeden durdurduğu noktada durması için bir süredir dua ediyor. ABD, bu ortamda Rusya meselesini Karadeniz ve ötesine sıkışmış bir sorun olarak görme eğiliminde, bunun için de NATO’nun hem ortak savunma hem caydırıcılık hem de kriz yönetimi alanlarında bir ve bütün halde durmasına ihtiyaç var. Tüm bu birlik-bütünlük meselesi ve Doğu Akdeniz-Orta Doğu’da bir krizle karşı karşıya kalmama isteğinin dayandığı yegâne kapı Türkiye ile koordinasyon ve diyalog zorunluluğu.
İii-Bölgede Türkiye gibi kanatları ile uçmak isteyen aktör çok. Ankara bu aktörler için bir ilham kaynağı oldu mu olmadı mı bu ayrı bir tartışma konusu. Ama halk egemenliği ve demokratik seçim geleneğine bağlı bir ülke olarak siyasi, kültürel ve ekonomik baskıya direnme potansiyelini gösterme bakımından önemli bir örnekti Türkiye. Bugün kendi kanatlarıyla uçmak için hevesli aktörlerin bir kısmı zaten mali baskı konusunda daha güçlü olan Körfez ülkeleri ve çevrelerinde cesaretlendirici unsurlara bakıyorlar. Rusya ve özellikle Çin’in, hatta İran’ın bu konuda çok cesaretlendirici olduğu da görülüyor. Tablo böyleyken Batı’nın Türkiye’yi kaybetme lüksü, bugün dün olduğundan daha da az.
Normalleşme neden eksik kaldı? Ne bekleyelim?
Seçimler öncesinde bu sebeplere rağmen Türkiye-Batı normalleşmesi tutarlı bir biçimde işlemedi. Bunun çeşitli nedenleri var ama iki neden ön plana çıkıyordu. İlki, Batı’nın kendi içerisinde bölünmüş ve dağınık olduğu gerçeği. Ukrayna Savaşında ortak bir cephe oluşturma konusunda yakaladıkları başarı savaş vekalet savaşı olduğundan büyük bir başarı sayılmaz. Keza Biden yönetimi, Trump dönemi travmalarını da silemedi. Macron hala Avrupa’nın geleceğini Amerikan seçmeninin seçimlerine bırakamayız filan diyor. Bu haleti ruhiye içerisinde AB fonlarının gücü Kosova’ya bile istikrar getirmeye yetmeyecek kadar darken sağlam bir Türkiye politikası için adım atmak Brüksel’e nasip olmadı.
İkincisi, Biden yönetimi de Avrupalılar da stratejik özerliği ön plana çıkartan bir aktörü ödüllendirmek istemediler. Dediğimiz gibi sistemde bugün Ankara dışında da kendi başına daha özerk hareket etmek isteyenler var. Ve birini kabul ederseniz, bakarsınız diğerleri de benzer bir eşit statü ister. Bu konuda Batı başkentlerinden seçim öncesindeki iki yılda gelen mesaj “iş birliği yapalım, istikrarlaştırıcı gücünden faydalanalım, ama ödüllendirmeyelim” arzusunu yansıtıyordu. Bu nedenle F-16 gibi güven artırıcı bir adım oyalamaya dönüştü, bu nedenle bu kadar dolambaçlı hale gelmeyecek İsveç’in NATO üyeliği mevzusu İsveç adına içinden çıkılmaz bir hal aldı. Kısa dönemde, bu “bükemeyeceğin bileğin değişmesini umacaksın” ruh hali seçim beklentisi ile birleşince normalleşme gerekliliğini herkes dillendirirken bu gerekliliği gözlerden saklayan bir duman yarattı. Bu duman bugün dağılıyor, gereklilik ve iş birliği beklentisi Cumhurbaşkanını tebrik mesajlarında kendini gösteriyor.
Batı, bükemediği bileği tutmak ve beraber çalışmak zorunda ama bükemediği bileği öper mi, bu sorunun cevabı yukarıda saydığımız iki faktörün nasıl evrileceğine de bağlı. Batı kafasını toparlayabilirse, özerkliği, küresel ve bölgesel istikrarı kuvvetlendiren bir aktörü ödüllendirmeyi -hele ki küresel ve bölgesel sistemlerde revizyonist tehlikeler varsa- tercih edebilir. Bu sorunun cevabını önümüzdeki yıllarda alacağız ama şimdiden şunu söyleyebiliriz Batı-Ankara ilişkilerinin iş birliği gerekliliğinin ve birlikte çalışma isteğinin zikredildiği rasyonel bir zemine gelmesi olumlu bir adımdır.