Türkiye'de oluşan kutuplaşmayı incelemek için Batılılaşmadan başlamamız gerekmektedir.
Türkiye’de oluşan kutuplaşmayı incelemek için Batılılaşmadan başlamamız gerekmektedir. İncelerken Osmanlı ve Türkiye arasında süreklilik ve devamlılık olduğu gözden kaçırılmaması gereken bir unsurdur. Osmanlı ve Türkiye arasında sert kopuş ve ayrılıklar yoktur. Türkiye’yi sıfırdan inşa edilmiş bir devlet olarak gören oluşturulmuş yanlış bir algı vardır. Basit olarak bildiğimiz yanlışları küçümsememeliyiz. Basit yanlışlar bazen o ülkenin hegemonik güçleri tarafından zaten yanılması bilerek istenen konulardır.
Süreklilik ve devamlılığın en yoğun yaşandığı mesele kutuplaşmadır. Cumhuriyet kurulduğunda ortaya çıkan reformlar sıfırdan inşa edilmemiştir. Bunların tarihi Lale Devri’ne kadar götürülebilir. Zamanla savaşlarda yenilgi alan Osmanlı, Batı karşısında geri kaldığını kabul edip kurumları modernleştirmeye başlamıştır. Askeri kurumların modernleştirilmesi, Avrupa’da iyi eğitim almışlar ile reaya arasında statü farkını açmıştır. Zayıf olan bağlar giderek kopmuştur.
Büyük ve küçük kültürel gelenek
Robert Redfield, kültürü iki kola ayırır. Kırsal hayatta yaşayan, tarımla uğraşan insanların kültürü ile şehirde yaşayan, yönetici sınıfın kültürlerini farklı görür. İnsanların farklı olmasından kaynaklı her toplumda kültür farklılıkları zaten olması gerekendir. Sorunlu olan ise farklı kültürlerin çatışma unsuru olarak karşımıza çıkmasıdır. Redfield, iki kültürün kısmen bütünleşmesini sağlayacak ara kurumlara dikkat çekmiştir. Batı’da bu kurumlar kısmen işlevsel olsa da bizde farklılıkları çatışma unsuruna dönüştürmesi konusunda önemli işlev görmüştür. Eğitim, sivil toplum önemli ara kurumlardır. Bizde bu kurumlar Batı ile aynı tarihsel tecrübeleri yaşamadan hayata geçirildiğinden işlevsiz kalmıştır.
Sivil toplum, şehir hayatında yaşamanın beraberinde getirdiği hak ve yükümlülükleri ifade etmiştir. Batı toplumlarında şehirliler, soylular karşısında şehir hayatını mümkün kılacak hak ve imtiyazlar elde etmişlerdir. Verilen haklar zamanla hürriyet anlayışının şehirlerde oluşmasını sağlayarak sivil toplumu ortaya çıkarmıştır. Bizde ise bu tip hürriyetler, Batı’ya kıyasla son derece işlevsiz kalmıştır. Eğitim de öyledir. Askeri kurumlarda eğitim alanlar ile reaya arasında önemli statü farklılıkları olmuştur. Reaya, resmi düzenin okumuş üyelerinin yararlandığı eğitim kurumlarının sadece dinsel öğretim kurumlarından yararlanabilmiştir. Dini okullardan fen bilimlerinin ayrılması, gericiliğin önce sorun olarak yaratılıp sonra mağdurların üstüne yıkılması açısından acı bir gerçektir. Reaya, yönetici ve askeri sınıfa göre modernleştirilmesi gereken kişiler olarak görülmüştür. Bu kesim kendilerini ileri, çağdaş olarak tanımlayan kişiler tarafından hep nesne olarak görülmüştür.
Yüzeysel modernleşme
Batı’da modernleşmenin yönü aşağıdan yukarı talepler doğrultusunda kazanılmış bir şeyken, bizde tepeden aşağı alınan radikal kararlarla halk modernleş(tir)ilmeye çalışılmıştır. Batılılaşma ve çağdaşlaştırmanın taşıyıcıları organik toplumsal sınıflar değil, yönetici elit kadrolar olmuştur.
Batılı toplumların gelişmesinde en önemli faktör kapitalizmin sağladığı ekonomik refahlıktır. Batılılar gelişim dinamiklerini sağlam ve organik olarak inşa ederken, biz modernleşmenin gelişim dinamiklerini yaşamadan yüzeysel olarak almışızdır. Kutuplaşma, yanlış anlaşılmış modernleşmenin getirdiği bir olgu olarak baştan yanlış iliklenmiş bir gömlek olmuştur. Modernlik ekonomik refahın getirdiği bir şeyken, Osmanlı ve Türkiye’de “tüketim kalıpları” üzerinde ortaya çıkmıştır. Kapitalizmin Osmanlıya girmesi ve büyümesi hep ertelenmiştir. Türkiye’de de 1980’lere kadar önü kapatılmış bir meseledir. Turgut Özal sayesinde kapitalistleşmenin yolu açılmış ve bir daha önü kapatılamamıştır.
İlericilik gericilik sorunsalı
Türkiye’de modernleştirme ilericilik ve gericilik sorunsalı şeklinde ifade edilmiştir. Bazen ilericilik yerine çağdaşlık da kullanılmıştır. Kişiler ben çağdaşım diyerek kendini her tartışmada üste çekip gerici olarak tanımladıkları kimseler karşısında konumunu belirlemiştir.
Hangi çağa göre çağdaşız?
İlericilik, çağdaşlıktan anlaşılan nedir? Uzaya uydu göndermek, araba üretmek değilse nedir? Alfabe değiştirince, şapka takınca mı ileri oluyoruz? Hangi çağa göre çağdaşlık? İlerlemek ve çağdaşlık sadece bir yaşam tarzı mıdır? Görüntüyü kurtarınca ilerlemiş, modern, çağdaş mı oluyoruz? Modernleşmek önemli ölçüde maddi dönüşüm gerektirir. Bu kavramların net olarak belirlenememesi 18. yüzyıldan günümüze kadar süren kutuplaşmanın temellerini oluşturmuştur.
Batı’nın gelişme dinamiklerinin bizde gerçekleşmesi önlenirken (geç kapitalistleşme ve gerçek anlamda demokrasi gibi) , modernleşmeye giden gelişmeleri yine gerici dedikleri kesimler iktidara gelince sağlamlaştırmıştır.
Batılılaşma çabası, Osmanlı ve Türkiye’de Batı uygarlığının maddi yönlerine tutkunluk olarak ortaya çıkarken, diğer taraftan halk bu hareketleri kendi değerlerine yabancı görüp yozlaşmanın sebebi olarak algılamıştır. Bu çaba kutuplaşmanın bilinçli olarak oluşturulması şeklinde gerçekleşmiştir.
Yaşam tarzları üzerinden kutuplaşma
Batı, gelir eşitsizliği ve etnik farklılıklardan kaynaklı kutuplaşmalar yaşıyorken, biz kutuplaşmayı “yaşam tarzları” üzerinden yaşamışız ve hâlâ yaşamaktayız. Devrimlerin ve reformların çoğu kültür alanında gerçekleşmiştir. Alfabe değişimi, ezanın Türkçe okunması, şapka zorunluluğu bunlara benzer uygulamalardır. Batı karşısında geri kalmışlığının sebepleri yaşam tarzı ve kültür olduğu algısına düşülmüştür.
Gelişmişliğin günümüzdeki karşılığı farklılıklara karşı hoşgörü içinde yaşamaktır. Bakılması gereken bunlar değil, değirmene ne kadar su taşındığıdır.
1980’lerde önü açılan kapitalistleşme ile birlikte ekonomik refah Anadolu köylerine de yayılmıştır. Ekonomik refah beraberinde kendi kültürlerini korkmadan yaşama özgüvenini getirmiştir. Bu özgüven kendisini siyaset alanında da gösterince yüzyıllardır sistemin dışında kalmış kimseler tarafından sistem dönüştürülmeye başlanmıştır.