Son bir haftada ortalık toz duman oldu. Merkez Bankası politika faizini yüzde 18'den yüzde 16'ya indirdi ve buna bağlı olarak dolar 10 TL'ya doğru pupa yelken yükselmede…
Son bir haftada ortalık toz duman oldu. Merkez Bankası politika faizini yüzde 18’den yüzde 16’ya indirdi ve buna bağlı olarak dolar 10 TL’ya doğru pupa yelken yükselmede… Türkiye’nin 24 Eylül 1991 tarihinde üye olduğu Kara Paranın Aklanmasının Önlenmesine İlişkin Mali Çalışma Grubu (FATF) ülkemizi kara para aklama ve terörizmin finansmanı ile mücadele konusunda “yeterince çaba göstermeyen” ülkelerin bulunduğu “gri listeye” aldı. Dünyada artan bir kalıcı enflasyon tehdidi var ve buna bağlı olarak Merkez Bankaları sıkılaştırma politikaları uygulamaya başladı. En son Rusya Merkez Bankası faiz arttırdı, ABD Merkez Bankası FED’in de eli kulağında… Dünya ekonomisinde başta hammadde ve gıda mamulleri fiyatları jet hızıyla artmakta.
Böyle bir ortamda Türkiye nasıl bir politika izlemelidir? Nasıl bir politika izlemektedir? Bu iki soruya verilecek cevaplar, popülist ekonomi politikasını tam olarak da tanımlamaktadır. Bugün Türkiye’de son dönemde uygulanan popülist ekonomi politikasını anlatmaya çalışacağım. Ancak baştan önemli bir noktayı vurgulayayım: Mevcut iktisat biliminin ekonomi politikalarına yönelik teori ve modelleri küreselleşme süreci öncesi dönemin şartlarını varsaymaktadır ve yine iktidarı ve muhalefeti ile mevcut siyasetçi esnafı da yine küreselleşme öncesi iktisat anlayışından esinlenen siyasetleri savunmaktadırlar. Bu yüzden yazı üç bölümden oluşacaktır: İlk iki bölüm sırasıyla yukarıdaki iki soruya cevap verecektir. Üçüncü bölümde ise küreselleşen ekonomide ezberlerimizi niye değiştirmemiz gerektiği üzerine yoğunlaşacaktır.
TÜRKİYE NASIL BİR İSTİKRAR POLİTİKASI İZLEMELİ?
Türkiye 2018-19 Kriziyle birlikte geçmişten bu yana çok iyi bildiğimiz bir ödemeler dengesi krizine girdi. Ancak tam krizden çıkmak için heveslenmeye başladığımız anda 2020 Pandemik Krizine bütün dünyayla beraber tutulduk. Bu üst üst üste binmiş iki ekonomik krizin sonucunda karşımızda belli bazı problemler ortaya çıktı: Yüzde 20’lere giden bir enflasyon, yine dar anlamıyla yüzde 12 geniş anlamıyla yüzde 28 gibi çok yüksek bir işsizlik, patlayan döviz fiyatları ve iç piyasada ödenemeyen borçlar… Bu geleneksel iktisat yazınında stagflasyon olarak tanımlanan duruma karşılık gelmekteydi. Bir taraftan kalıcı hale gelen yüksek işsizlik ve durgunluk (ekonominin büyüyememesi) ve bir taraftan da yüksek enflasyon. Bu iki problem normal şartlarda bir arada bulunmaz. Eğer temel üretim maliyetlerinde beklenmedik bir artış, verimlilikte beklenmedik bir düşüş veya özellikle tarım ürünlerinde kıtlık nedeniyle meydana gelen azalma olmazsa, yüksek enflasyon yüksek büyüme ve düşük işsizlikle, düşük enflasyon da yüksek işsizlik ve düşük büyüme ile paralel gider. 2018’den bu yana karşılaştığımız durum ise her iki problemin de eş anlı olarak ortaya çıkmasından kaynaklanıyor. Aslında Türkiye’nin uzun dönemdir tecrübe ettiği krizler, temelde tasarruf yetersizliği ve dış borca hassas bağımlılık sebebiyle, döviz kurlarındaki sert yükselişle tanımlanabilir. Yükselme ve refah dönemlerinde hızlı büyüme, artan dış açık ve hızla yükselen dış borçlar döviz kurlarının ani yükselişiyle başlayan kriz dönemlerince takip edilmektedir. Üretimde temel maliyetler döviz cinsinden olduğu için, her döviz krizi stagflasyon problemine yol açmaktadır. Bu durumda politika otoritesinin iki tercihi olabilir. Ya enflasyonu düşürüp belli bir müddet (18-24 ay) daha düşük büyüme ve daha yüksek bir işsizliğe katlanma (buna fedakârlık haddi veya “sacrifice ratio” adı verilir, DMD) ya da enflasyonu boş verip işsizliği düşürüp büyümeyi arttırma… Birinci tercih güncel ekonomi basını ve güncel siyaset dilinde “acı ilaç” olarak bilinmektedir. Acı ilaç içildiğinde, 18-24 ay içerisinde sağlam bir istikrar programıyla enflasyon düşürülür ve açıklar kapanırsa büyüme oranı hızla artacak ve işsizlik azalacaktır. Bu nevi “acı ilaç” politikası, aslında, ekonominin normal işleyişine dönmesi için 1,5 – 2 yıllık bir fedakârlık dönemini gerektirmektedir. Siyasi iradenin karar vermesi gereken şey, bu noktada, fedakârlığın milletin hangi kesimlerine ne kadar etki edeceğidir. Genelde “egemen iktisat anlayışı” olan Neo-liberal bakış açısı fedakârlığı geniş emekçi kitlelerin sırtına yüklemeyi savunur. Daha sağdaki politikacı ve iktisatçılar acı ilacı halka içirmeyi, para babası ve rantiyeleri de balla börekle beslemeyi düşünürler. Daha soldaki iktisatçılar ise fedakârlığın para babaları tarafından üstlenilmesi gerektiğini düşünürler. Yani acı ilacı para babaları ve rantiyelere içirmeyi savunurlar. Siyasi iktidar acı ilacı uygularken aynı zamanda fedakârlığı daha fazla yapacak olan toplum kesimlerini de belirler. Ancak siyasi iradenin esas amacı iktidarda kalmaktır. 1,5 – 2 yıl sürecek olan bir fedakârlık, eğer seçim yakınsa, siyasi iktidar için siyasi maliyeti çok yüksek bir tercih olur. Pekiyi bu durumda ne yapılır? Türkiye’de bugün ne yapılıyorsa o yapılır…
TÜRKİYE’DE NASIL BİR POLİTİKA İZLENİYOR?
Stagflasyona karşı ikinci tercih yüksek enflasyonu problem olarak görmeden ekonomik büyümeyi para basarak ve kamu kaynaklarını kullanarak sürdürmek ve işsizliği mümkün olduğunca düşürmek amacını güder. Bu yolda en kolay ve basit çözüm karşılıksız para basmaktır. Bugün Merkez Bankasının uyguladığı politika faizini aşağıya çekme aslında parasal tabanı ve dolayısıyla para arzını arttırmayı amaçlayan bir politikadır. Beklenen ve ümit edilen bütün ekonominin bankalar kanalıyla ucuz krediye boğulması ve bu yolla tüketim ve yatırım talebinin arttırılmasıdır. Söylemeye gerek yok, bu tercihin sonu yüzde 40’lara 50’lere giden enflasyon oranlarıdır. Ancak bu uzun vadeli sonuçtur. Kısa vadede ise, tüketim ve yatırım talebi şişirilecek, belki ekonomiye 1,5 – 2 senelik bir nefes aldırılacaktır. Buna da “bol şekerli tatlı limonata” diyelim. Türkiye’de zamanında yapılırsa 1,5 sene sonra, erken yapılırsa 1 sene sonra seçim yapılacaktır. Kendinizi iktidarın yerine koyun: Zaten kafa kafaya görünen seçim anketlerinin üzerine halka 1,5 – 2 sene acı ilaç içirirseniz ne olur, 1,5 -2 sene tatlı limonata içirirseniz ne olur? İşte bugün uygulanan genişletici para politikası ki, muhtemelen bunu genişletici maliye politikası da izleyecektir, halka 1,5 – 2 sene daha nefes aldırmayı, “tatlı limonata” içirmeyi hedeflemektedir. Buna popülist ekonomi politikası adı verilir. Tatlı Limonata 1,5 – 2 sene sonra bitince ne olacak? Daha acı bir ilaç içilmesi zorunlu olacaktır. Ancak popülist politikanın da kaideleri vardır. En önemlisi limonatanın bol şekerli olmasıdır. Yani para arzını arttırdığınızda bu paranın vatandaşın, dar gelirlinin, emekçilerin cebine girmesi gerekir. Pekiyi şeker nedir, Hocam? Emekli ve memur maaşları ile asgari ücrete en az yüzde 30 zam. Esnafın ve çiftçilerin bankalardaki bir kısım borcunun Merkez Bankası tarafından silinmesi. Eğer siyasi iktidar bunu yapmazsa uygulanan para politikası tatlı limonata değil ama gayet ekşi limon suyu olarak kalır. Bu da siyasi iktidara siyasi bir kazanç sağlamaz. Burada “bol şekerli limonata” “sol popülist ekonomi politikası” “ekşi limon suyu” ise “sağ popülist ekonomi politikasıdır”. Nihayetinde, her iki politikanın sonucunda, yani 1,5-2 sene sonra, yani Cumhuriyet’in yüzüncü yılında, daha acı bir ilaç içmek kaçınılmaz olacaktır.
KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE POLİTİKA ARAÇLARININ ETKİNLİĞİ
Buraya kadar yazdıklarım ekonominin dışarıya, özellikle finansal piyasalar yoluyla, çok entegre olmadığı, gıda mamulleri ve tarım üretimi açısından kendine yeter olduğu, teknoloji ve iletişim araçlarına bağımlılığın bugünkün çok altında olduğu küreselleşme öncesi süreçte geçerli politikalardır. Bugün bu şartlar, en azından Türkiye’de yoktur. Tarımda uygulanan çok yanlış ve Türkiye’yi gıda mamulleri ve tarımda dışa bağımlı hale getiren politikalar sebebiyle, yükselen döviz kurları doğrudan semt pazarı fiyatlarına etki etmektedir. Dış sermayenin tam hareketli olduğu ve yüksek teknolojili iletişim sayesinde dünyadaki finansal gelişmelerin anında yurt içi finans piyasalarına etki ettiği günümüzde, para basmak vatandaşı rahatlamak için yeterli olmayabilir. Basılan para enflasyon beklentilerine ve Türkiye’nin uluslararası risk karnesine olumsuz yansımaktadır. Bu yüzden piyasada faizler düşeceğine yükselmektedir. Yüksek ÖTV ve KDV yüzünden insanlar bir müddet sonra AVM’lerden kredi kartıyla da olsa alışveriş etmeyi keseceklerdir. Bu da, TÜSİAD’çı patronların ve onların yabancı ortaklarının mallarını satamayıp ellerinde patlamasına yol açacaktır. Bu yüzden TÜSİAD da feveran etmektedir. Varın siz mahalle esnafını, bakkalı, kasabı, manavı düşünün. Hükümetin, bu şartlarda bile, uyguladığı popülist para politikasının en azından seçime kadar başarılı olması ve vatandaşın nefes alması için limonatanın şekerini bol koyması gerekir. Benden söylemesi…