Adalet, yalnızca kendisi için istenen hayali bir tasavvurdur.
Adalet, yalnızca kendisi için istenen hayali bir tasavvurdur. Adalet, tıpkı mutluluk gibi, ulaşılamaz olandır. Kesin bir tanımı yoktur adaletin. Kimi zaman güçlünün işine gelendir; kimi zaman güçsüzü güçlü karşısında eşit kılmaya yarayan araçtır. Adalet iki şey arasında, şeylerin ne olduklarından bağımsız olarak, bir orta yol arayışıdır. Adalet ortada buluşturur. Bu nedenle, her zaman eksik kalır.
Eksik kalan yalnızca adalet değildir. İnsan da eksiktir. İnsandaki eksikliğin tamamlayıcısı olarak adalet meşruiyet zeminini hakların temellendirildiği hukukta bulur. Hukuk ise insandaki eksiklikleri gidermek için değil, aksine insanların daha fazla eksilmelerini engelleyecek zorlayıcı bir güç olarak ortaya çıkar. Hukuk beni kendisine uymaya zorlarken hem benim size karşı hakkımı hem de sizin bana karşı hakkınızı korur. Hakların koruyucusu olarak hukuk adaletin görünüşe çıktığı yer olarak tasavvur edilir.
Hukuk hakların korunmasını sağlarken fark gözetmez. Bu nedenle, hukuk ‘sağ’a ‘sol’a eğilmez. Adaletin orta yol arayışının temeli budur. Adaletin sağ ve sol arasındaki fark ilişkisini ortadan kaldırdığı varsayılır.
Hukuk sadece kitaplarda yazılı kurallar bütünü değildir. Kurallar hukukun en küçük parçalarıdır. Kurallar insana göredir. Adaletin kaynağı hukuk kuralları değildir bu nedenle.
Adil olduğu varsayılan bir hukuk sisteminin adaleti temsil ettiği düşünülür. Bu nedenle de hukukun üstünlüğünün adalet için vazgeçilmez olduğu dile getirilir. Ne var ki adaletin hukukun üstünlüğü düşüncesinden ortaya çıktığı varsayımı da bir hayalden ibarettir. Bu hayal adaletin kendinde bir gerçekliği olduğu varsayımına dayanır.
Adalet ve hayal arasındaki asimetrik ilişki insandaki hak tasavvurundan doğar. Bu hayalin ürünü olan hukuk insandaki hak tasavvurunu gerçeğe dönüştüremedi. İnsan eksikliği kendinde değil hukukta gördükçe adalet hep bir adım daha öteye giden hayale dönüştü. Hukukun üstünlüğüne olan inanç da bu hayali gerçeğe dönüştüremedi. Adalet insandan bağımsız bir gerçeklik olarak tasavvur edildikçe insan insanlıktan çıktı.
Adalet modern insanın icadıdır. Birbirinden yalıtık, ortak duygudaşlık taşımayan, kendisi ve öteki arasına yazılı kurallar koyan modern insan adaleti kişisel bir erdem olmaktan çıkardı. Hukuku ahlakın üzerinde konumlandırdı ve ahlaksızlığını gizlemenin yolunu hukuk kurallarında buldu. Bu nedenle, adaleti hukuka bağlama konusunda bir tereddüt göstermedi. Amaç adalet değildi. Amaç, hukuk kurallarını kendi lehine uygulayan güçlünün adaletini egemen kılmaktı. Hukuk da bunun aracısı oldu. Ne var ki hukuk adalet duygusunun kamçısı olarak tasarlandıkça adil olana dair sezgisel erdemimizi her gün biraz daha yitirdik.
Hepimiz şunun farkındayız: Adalet mahkeme salonlarında gezmiyor. Mahkeme salonları adaletin ortaya çıktığı yerler değildir. Bu nedenle, hukuk kurallarının tarafsız bir şekilde uygulandığı varsayımına bağlı olarak ortaya çıktığı varsayılan adalet hiçbir mahkeme salonunda yerini bulamaz. Adaletin yeri hukuk kuralları ve mahkeme salonları değildir.
Ne için adalet istiyoruz? Ödeşmek için mi? Hınç duygumuzu tatmin etmek için mi? Adaletsizlikleri ortadan kaldırmak için mi? Kötülerin hak ettikleri cezayı bulması için mi?
Şöyle söylüyor Lelyveld: “Kötüler hak ettiği cezayı bulduğunda bize zevk veren adalet duygusunu, buradaki estetik tatmini inkâr etmiyoruz. Cezanın ölçülmesi mümkün olup da büyüklük ve biçim bakımından, yapılan yanlışla orantılı olduğu kanaati getirilince duyulan tatmin artar.”
O halde son söz: Adalet soğuk yenen intikam yemeğidir. Adalet duygusunun tatmini intikam yemeğinin ne kadar soğuk olduğuna bağlıdır. Ancak ahlak intikam duygusuna bağlanamaz. İntikam arzusunun sağlayacağı tatmine indirgenen adalet tam da bu nedenle hayali bir tasavvurdur.