Taylor Kuralı adını Amerikalı İktisatçı John B. Taylor'dan alan ve Merkez Bankası'nın politika faizini nasıl belirlemesi gerektiğini gösteren bir kuraldı.

Cuma günü yazamadım, özür dilerim. Geçen hafta Pazartesi yazımda Taylor Kuralından bahsetmiştim. Taylor Kuralı adını Amerikalı İktisatçı John B. Taylor’dan alan ve Merkez Bankası’nın politika faizini nasıl belirlemesi gerektiğini gösteren bir kuraldı. Buna göre Merkez Bankası mevcut güncel enflasyon ve sermayenin reel getirisi üzerine belli bir pay daha ekleyerek faizi oluşturmalıydı. Bu pay enflasyon açığı ile çıktı açığının ağırlıklı ortalamasıydı. Enflasyon açığı güncel enflasyondan hedeflenen enflasyonu çıkararak hesaplanmaktaydı. Eğer enflasyon hedef enflasyonun üstündeyse faizler artırılır, altındaysa da faizler düşürülürdü. Benzeri şekilde çıktı açığı da güncel milli gelirin tam istihdam milli gelirinin yüzde kaç üstünde olduğunu gösteren bir orandı. Bu oranın kabaca ters eşleniği de güncel işsizlik ve doğal işsizlik farkıdır. Eğer güncel işsizlik doğal işsizlik oranının üzerindeyse faizler düşürülür, altındaysa da faizler arttırılırdı. Bu iki açık oranının ağırlıklı bir ortalaması da politika faizi hesabına ekleniyordu. Taylor Hocamız ağırlıkları yüzde 50 – yüzde 50 olarak belirlenmesi öneriyordu. Taylor Kuralı aslında Amerikan ekonomi bürokrasisinde uzun yıllar emek vermiş Taylor’ın ABD ekonomisinin özelliklerini ve ABD Merkez Bankası’nın görev tanımı ve çalışma prosedürlerine uygun olarak ortaya attığı bir politika önermesiydi. Ama 1990’lardan itibaren dünyanın Merkez Bankaları’nın çoğu bu kuralın üzerine “mal bulmuş Mağribi” gibi atladı. Bugün hemen hemen bütün Merkez Bankaları bu kuralı öyle veya böyle uygulamaktadır.

Taylor Kuralının işlemesi için bir dizi şartın geçerli olması gerekir. Bunları aşağıda sıraladım:

1.Ülkede gelir dağılımı adaletsizliği ve bölgeler arası gelişmişlik farkları minimum düzeyde olmalı.

2.Bütün ekonomide rekabetçi piyasalar bulunmalı, özellikle bankacılık sektörü rekabetçi olmalı.

3.Ülkenin ciddi bir döviz cinsi borcu bulunmamalı ve aynı zamanda döviz kuru bir maliyet unsuru olarak ekonomide etkili olmamalı.

4.Merkez Bankası politika araçlarını ve hedeflerini belirlemede tam bağımsızlık içinde olmalı.

5.Ülke ekonomisinde enflasyon ve işsizlik arasında normal şartlarda bulunan tahterevalli ilişkisi bozulmamış olmalı yani stagflasyon olmamalı.

Birinci şart bu ekonominin bir gelişmiş ülke ekonomisi olması gerektiğini bildirmektedir. İkinci şart ise modern kapitalizmde pek rastlanmayan bir özelliğe, yani tam rekabet piyasası varsayımına atıf yapmaktadır. Üçüncü şarta göre ise ülkenin parasının uluslararası camiada itibar sahibi bir rezerv para olması gerektiğini ya da öyle olmasa bile ülkenin dış borç yükünün yüksek olmaması gerektiğini söylemektedir. Dördüncü koşul Merkez Bankası’nın bağımsız olması ve hükümetin talimatına göre idare edilmemesi şartını ortaya koymaktadır. Son şart ise maliyet / kur artışlarına bağlı bir stagflasyon sürecinin olmaması gerektiğini söyler.

Bu şartlar altında Merkez Bankası ekonomide büyüme süreçlerinde (yüksek enflasyon ve düşük işsizlik durumunda) faiz artırımına gider, tersi durumda yani durgunluk süreçlerinde (düşük enflasyon ve yüksek işsizlik durumunda) faiz indirimine gider. (Unutulmaması gereken bir noktayı da not edelim: Politika faizi arttırıldığı vakit bu para arzının kısılması, düşürüldüğü vakit de Merkez Bankası’nın para arzını arttırdığı anlamına gelir. Politika faizinin kredi ve mevduat faizleri ile doğrudan bir bağı yoktur, DMD.) Pekiyi hem işsizlik hem de enflasyon aynı anda yüksekse Merkez Bankası ne yapmalıdır? İşte on milyon dolarlık uzman sorusu budur. Bugün, pandemi sonrası şartlarında, bütün dünyada üretim ve tedarik zincirlerinin kopması nedeniyle bütün temel hammadde ve ara girdi fiyatlarında artış yaşanmaktadır. Bu da, enflasyonu arttırırken aynı zamanda işsizliği de arttırmaktadır. Merkez Bankaları normal şartlarda bir arada olmayacak iki sorunla baş etmek durumunda kalmışlardır. İşsizliği azaltmak için politika faizini indirirse enflasyon, enflasyonu azaltmak için politika faizini arttırırsa işsizlik patlayacaktır. Doğaldır ki, Taylor Kuralı stagflasyon (işsizlik ve enflasyonun aynı anda yüksek olduğu durum) şartlarına göre planlanmamıştır. Burada devreye siyasi otoritenin kararı girer. Siyasi otorite enflasyonla mücadeleye öncelik verirse, çıktı açığının ağırlığını düşürür ve enflasyon açığının ağırlığını arttırır. Bunun sonucu politika faizini yükseltmektir. Öte yandan eğer işsizlikle mücadeleye öncelik verirse, bu sefer de, Taylor Kuralındaki enflasyon açığının ağırlığını düşürür ve çıktı açığının ağırlığını arttırır. Sonuçta politika faizini düşürür. Bugün dünya Merkez Bankaları’nın içine girdiği sıkıntılı pozisyon mevcut şartların Taylor Kuralı varsayımlarıyla uyuşmamasından kaynaklanır. Ancak dünya ülkelerinin kahir ekseriyetinde Merkez Bankaları enflasyonla mücadeleye öncelik vermektedir.

TAYLOR KURALI VE TÜRKİYE’NİN DURUMU

Yukarıda saydığım üçüncü şarta göre, ülkenin ciddi bir döviz cinsi borcu bulunmamalı ve aynı zamanda döviz kuru bir maliyet unsuru olarak ekonomide etkili olmamalıdır. Türkiye’de durum tersidir. Gelişmiş ülke ekonomilerinde, özellikle ABD’de, ancak istisnai şartlarda ortaya çıkan stagflasyon problemi, Türkiye gibi ülkelerde düzenli aralıklarla baş göstermektedir. Bunun sebebi Türkiye’nin ciddi bir dış borç yükü altında olması ve üretim maliyetlerinde döviz kurunun doğrudan etkili olmasıdır. Türkiye’de kurlar artınca, bu başta enerji hammaddesi ve yatırım malları olmak üzere, temel girdi fiyatlarının hızla artmasına yol açmaktadır. Firmalar üretim maliyetlerindeki artışı satış fiyatlarına tam olarak yansıtamamakta ve iflas etmemek için üretimi kısmaktadır. Yani hem enflasyon hem de işsizlik artmaktadır. ABD’nin veya AVRO bölgesinin ise böyle bir sorunu bulunmamaktadır. Çünkü bu bölgelerde ülkeler kendi paralarıyla ithalat yapabilmektedirler. Gelişmekte olan ülke ekonomilerini temel alan günümüz Makroiktisat teorisinde, bu yüzden, reel döviz kuru sadece toplam talebi etkiler ama maliyetler ve toplam arz üzerindeki etkisi ihmal edilir. Türkiye’de ise durum çok farklıdır. İşsizliği önlemek için faizleri düşürmek kurların patlamasına ve maliyet artışıyla birlikte uzun dönemde hem enflasyonun daha da artmasına hem de işsizliğin yüksek seviyelerde kalmasına neden olur.

Bu durumda ne yapılmalıdır? Hükümet eğer işsizliği düşürmek, ekonominin çarklarının dönmesini sağlamak ve hane halkının alım gücünü düşürmemek istiyorsa, kısa dönemde sadece faiz düşürerek ve para basarak bir sonuç elde edemez. Genişletici maliye politikası da uygulanmalı, ücretlere tatminkâr bir zamla beraber, işçi ve esnafın kredi borçlarının da kolaylaştırılmasını sağlamalıdır. Bu ciddi bütçe açığına yol açar. Eğer faizlerin artması istenmiyorsa, bu bütçe açığı da iç borçla değil ama para basarak finanse edilmelidir. Bu politikanın sonucu kısa vadede (9-12 ay) vatandaşın rahatlaması olarak sonuçlansa bile, uzun vadede 80 – 90’ların yüksek enflasyon ortamına dönüş anlamına gelmektedir.

BAŞKA BİR YOL MÜMKÜN MÜ?

“Pekiyi Hocam, Taylor Kuralı işe yaramıyorsa niye başka bir araç kullanmıyoruz?” Bu sorunun cevabını kısa olarak vereyim ama okuyucularımın bilmesi gerekir ki, sorunun cevabı başlı başına bir yazı konusudur. Ama bunu bir sonraki yazıda etraflıca anlatırım. Kısaca cevaplamak gerekirse, Türkiye’de 2001 yılından beri uygulanan enflasyon hedeflemesi stratejisinin değişmesi ve parasal hedeflemeye geçilmesi gerekmektedir. Uzun vadede ise kamu yatırımları temelli sanayi politikaları, yeniden düzenlenmiş eğitim politikaları ve stratejik ticaret politikalarına ihtiyaç vardır. Burada Enflasyon Hedeflemesi stratejisinin üç temel mahzuru bulunmaktadır: Döviz piyasasında denge oluşumunu engellemesi, para arzının kontrolünün kaybedilmesi ve gelir dağılımının bozulması.

Döviz Piyasasında Dengenin Bozulması: Bu stratejinin temel aracı politika faizinin belirlenmesidir ve bu politika doğrudan ve dolaylı yollarla piyasa faizlerini de etkilemektedir. Bu da döviz piyasasının serbest bir şekilde denge kurunu belirlemesini engellemektedir. Eğer faiz arttırırsanız kurlar olması gerekenin altında oluşmakta ve cari açık, takiben dış borç artmaktadır. Öte yandan, faiz indirirseniz, bu sefer kurlar olması gerekenin çok üstünde gerçekleşmekte ve bu da üretim maliyetlerinin patlamasına ve stagflasyona yol açmaktadır. Aşağı tükürseniz sakal yukarı tükürseniz bıyık.

Para Arzının Kontrolünün Kaybedilmesi: Merkez Bankası politika faizi ile bankalara borç verir. Merkez Bankası politika faizini düşürdüğünde bankalara daha fazla borç verir, ülkedeki para arzı artar. Tersi durumda ise daha az borç verir ve para arzı daralır. Ancak bu uygulamada Merkez Bankası’nın piyasaya ne kadar para arz edeceği bankaların borç talebine bağlı hale gelir. Yani Merkez Bankası para arzının miktarını kontrol etme gücünü kaybeder. Bu da, uzun dönemde, enflasyonu kontrol etme gücünü kaybetmesi anlamına gelir.

Gelir Dağılımının Bozulması: Türkiye ekonomisindeki çarpık yapılaşmadan dolayı bankacılık sektöründe rekabetçi bir yapı değil ama sıkı oligopol bulunmaktadır. Bankalar kredi faizlerini olması gerekenin üstünde tutarken mevduat faizlerini de olması gerekenin altında belirler. Faizler kadar, kredi hacmi ve kredinin sektörel dağılımını da belirlerler. Merkez Bankası’nın düşük faiz uygulaması da, yüksek faiz uygulaması da günün sonunda Bankacılık kesimi ve bir avuç rantiyeye net servet aktarımına yol açmaktadır.

SONUÇ

Türkiye’nin yüksek faiz düşük kur modeli ile düşük faiz yüksek kur modelleri arasında sıkışmaması gerekir. Bu ikisinden farklı alternatif bir politikalar demetine ihtiyacı bulunmaktadır.