Özgürlük "bireylerin başkalarının tahakkümü veya baskısı olmadan kendi eylemlerine yönelik kararlarını kendi özgür iradeleri ile" alabilmeleridir.

Daron Acemoğlu’nun James A. Robinson’la birlikte yazdığı son kitabını aldım: “Dar Koridor – Devletler, Toplumlar ve Özgürlüğün Geleceği”. Acemoğlu burada küreselleşme çağında devletlerin varlığını sorguluyor. Temel görüşü şu: Devletsiz bir toplumda ne refah ne de özgürlük olur; ancak devletin fazla güçlendiği yerde de özgürlük olmaz. Çözüm ne? Devletin sivil toplum tarafından denetlenebildiği, hükümetlerden bağımsız kurumların ve sivil toplum örgütlerinin de karar mekanizmasında yer aldığı bir toplumsal yapı ile devletin fazla güçlenmesi engellenir. Bu tabiî ki, soğuk savaş döneminden beri öne sürülen ve özellikle bizim “liberal sol – özgürlükçü demokrat – ikinci cumhuriyetçi” tayfasının hararetle savunduğu bir görüş. Ben Acemoğlu’nun söyleminin – özellikle Trump ve Johnson gibi tiplerin iktidara gelmesi vesilesiyle de- Anglo-Sakson toplumlarında hâkim olan tartışmanın tam göbeğine düştüğünü düşünüyorum. Bu açıdan iyi bir zamanlama ile kotarılmış güzel bir kitap. Sağlam argümanları var. Fakat bana göre, bu argümanlar ancak gelişmiş refah toplumları için geçerli olabilir. Ben, bizim gibi toplumlar için özgürlük ve devletin gücü yanı sıra bağımsızlık kavramının da önemli olduğunu düşünüyorum.

ÖZGÜRLÜK VE BAĞIMSIZLIK NE DEMEK?

Özgürlük “bireylerin başkalarının tahakkümü veya baskısı olmadan kendi eylemlerine yönelik kararlarını kendi özgür iradeleri ile” alabilmeleridir. Ancak insanlar yalnız başlarına adacıklarda yaşamamaktadırlar. Aksine, insanlığın başlangıcından beri, insanı insan yapan en önemli özelliklerden biri de gittikçe genişleyen topluluklar içinde yaşamasıdır. Dolayısıyla, bir topluluk içinde yaşayıp kendinizi o topluluğun içinde var ediyorsanız karar ve eylemleriniz de o topluluk tarafından sınırlandırılacaktır. Modern toplumlarda kabul gören özgürlük tanımı “bireylerin özgürlüğünün başka bireylerin özgürlüğü ile” sınırlanmasını da içerir. Burada bireyler arası ilişkilerde her bireyin özgürlük sınırının eşit ve adil bir şekilde belirlenebilmesi için bir üst norma ve dolayısıyla bu normları hayata geçirecek bir üst kuruma ihtiyaç vardır. O üst norm “hukuk” ve üst kurum da “devlettir”.

Devlet olmazsa, bireyler veya bireylerden oluşan topluluklar kendi özgürlüklerini diğerlerinin aleyhine genişletmek için güç kullanırlar. Bu güç ahlaki ve dini norm ve yapılar aracılığıyla olabileceği gibi, salt fiziki gücün kullanımı ile de elde edilebilir. Bir üçüncü yol ise para gücüdür. Modern toplum öncesinde, toplumsal ilişkilerin bireylerinin özgürlüklerini dinî ve ahlâki normları temel alarak sınırlayan düzenlemelerin olduğu durumlarda dini temsil eden sınıfların hakim olduğu oligarşik yapıları gözlemleriz. Öte yandan salt fiziki güç – yani askeri güç – temel alınarak toplumsal ilişkiler ve bireylerin özgürlük sınırları çizildiği durumlarda despotik tek adam idarelerinin ortaya çıktığını görmüşüzdür. Modern anlamda devlet, askeri güç ve dini ahlaki normlar temelinde – dolayısıyla onları temsil ettiğini iddia eden sınıflar güdümünde – değil, ama bütün vatandaşların ortak bir uzlaşması ve bunun sonucunda da ortaya çıkan bir sözleşmeye – anayasaya- dayanır. Modern ve eşitlikçi toplumlarda mutlak monarkların keyfi idareleri, dini normları temsil iddiasındaki seçkin sınıfların oligarşik yönetimleri ya da servet sahibi zenginlerin para gücünü kullanarak oluşturdukları imtiyazlı özgürlük alanları bulunmaz, bulunmamalıdır. Çünkü dini – ideolojik, askeri veya finansal güce dayalı kurumlaşmalar bireyler arasında eşitsizlik yaratır ve bu da bireylerin özgürlük sınırlarının farklılaşmasına yol açar. Orwell’in “Hayvan Çiftliği’nde” bahsettiği toplum benzeri bir yapı ortaya çıkar: “Bütün hayvanlar eşittir, domuzlar daha fazla eşittir!” Modern ve eşitlikçi toplumlarda domuzlar iktidara gelemez!

Bağımsızlık “bir milletin ve o milletin mensubu olduğu devletin yaşadığı topraklar üzerinde hükümranlığı ve kendi kendini yönetme kabiliyeti” anlamına gelir. Milli devlerin / ulus-devletlerin temelini de bu “bağımsızlık” kavramı oluşturur. Ancak her devletin bağımsızlığının sınırı hem o ülkede yaşayan bireylerin özgürlükleri hem de diğer devletlerin bağımsızlıkları tarafından belirlenir. Eğer devletler arası ilişkileri belirleyen normlar olmazsa ve yine milliyeti ne olursa olsun dünyadaki bütün bireylerin sahip olacağı ortak haklar belirlenmezse yine devletlerin bağımsızlık sınırını finansal ve askeri güç belirler. Örneğin Kasabanın Şerifi Trump’ın pervasızca yaptırım uygulama kararları, başka ülkelerin askeri yetkililerini mafyavari suikastlerle ortadan kaldırması, canı sıkıldığında istediği ülkeyi işgal etmesi pratikte ABD’nin bağımsızlık alanındaki genişlemenin diğer ülkelerin bağımsızlık alanını da küçülttüğünü ortaya koymaktadır. Emperyalizm olgusunun çıkış kaynağı devletler arası ilişkileri tanımlayan hukuk kuralları ve normların fiilen işlevsiz olmasından kaynaklanır. Çünkü uluslararası/devletler arası ilişkileri hukuk ve normlar çerçevesinde örgütleyecek bir üst kurum bulunmamaktadır.

2020 SONRASI DÜNYADA TARTIŞMANIN ANA KAYNAĞI: ÖZGÜRLÜK VE BAĞIMSIZLIK

Başta ABD olmak üzere Batı’nın emperyalist ülkeleri “devlet ve bireysel özgürlükler” tartışmasını öne çıkarmaktadır. Çünkü bu ülkelerin bağımsızlıklarını kaybetme ve hatta daha kötüsü devlet düzenlerinin ortadan kalkıp anarşi ve kaosa sürüklenme ihtimalleri bulunmamaktadır. O yüzden, gelişmiş ülkelerde siyaset bireysel özgürlüklerin artması ve devlet gücünün azaltılması üzerinde yoğunlaşacaktır. Ancak gelişmekte olan ülkeler (Türkiye, Rusya, Çin, İran, Latin Amerika ülkeleri vb.), özellikle mali ve iktisadi bağımsızlıklarını kaybetme tehdidi altındadırlar. Bu ülkelerdeki hükümetler ve vatandaşların çoğunluğu mali ve iktisadi bağımsızlığı güvence altına almak için bireysel özgürlüklerden taviz vermek gerektiğini savunmaktadır. Bununla birlikte, az gelişmiş ülkeler (İslam dünyasının kahir ekseriyeti, Afrika ülkeleri ve bazı Asya ülkeleri) ise yarım yamalak siyasi bağımsızlıklarını da kaybetmek, hatta devlet düzeninin yıkılıp iç savaşa düşmek tehdidi altındadırlar. Bunun örneklerini Afganistan, Libya, Suriye, Venezuella ve birçok Afrika ülkesindeki iç savaş ve şiddet ortamında gözlemledik.

Yukarıda bahsettiğim durum ve süreçleri dikkate alırsak, gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerde “özgürlük ve devlet” tartışmasının tek başına bir anlam ifade etmediğini düşünüyorum. Acemoğlu’nun bahsettiği sivil toplum örgütleri, bağımsızlığın tam sağlanmadığı (yani ülkenin politikalarının uluslararası çıkar çevrelerinin menfaatleri doğrultusunda belirlendiği) toplumlarda, adeta emperyalist efendilerin sömürge valileri konumuna yükselirler. Asayişin sağlanmadığı, terörizm ve anarşi tehdidi altındaki toplumlarda birey haklarını bahane edip hükümran devleti daha da zayıflatacak politikaları tartışmaya açmak, günün sonunda bağımsızlığın kaybıyla sonuçlanır. Bağımsızlık giderse özgürlük de kalmaz.

Burada kritik olan nokta şudur: Bir toplumun emperyalist baskılara boyun eğmemesi için kendi içinde birlik olması gerekir. Bunun için bütün vatandaşların kendi devletine ve kamu düzenine güvenmesini ve gönüllü olarak ona bağlanmasını sağlayacak hukuki üst yapı ve iktisadi alt yapının kurulması gerekir. Kısaca bu örgütlenmeyi dört ayak üstüne oturtabiliriz: Şeffaf bir yönetim, kabul edilmiş, adil ve eşitlikçi kurallara göre işleyen bir kamu idaresi, mümkün olduğunca rekabetçi bir ekonomi yapısı ve milletin yöneticileri denetleyebileceği bir demokrasi. Yani daha fazla özgürlük için bağımsızlıktan ve daha fazla bağımsızlık için özgürlükten vaz geçmemeliyiz. Türkiye’de eğer bu ince ayarı iyi yapabilirsek ana problemlerimizin çözümü için sağlam bir temel atmış oluruz.