İşte hayat, işte sevinç, işte gökyüzü ve belki de son nefesimiz. Helalleşemeden, sevdiğimizi söyleyemeden veya son bir kez sarılamadan olacak olanlara gebe her şey.
İşte hayat, işte sevinç, işte gökyüzü ve belki de son nefesimiz. Helalleşemeden, sevdiğimizi söyleyemeden veya son bir kez sarılamadan olacak olanlara gebe her şey. Bu idrak ile yaşasaydık kim çalabilir, kim ahlaksızca davranabilir, kim arkadan dostunu vurur, kim yalan konuşabilirdi ki! Hayat durdu. Her şey durdu. Okula gidiyorduk. İşimize, ticarethanemize gidiyorduk. Komşumuz vardı, ailelerimiz, sevdiklerimiz… Ne olduk da bir anda dünya üzerimize yıkılıverdi. Nelerin üzerini örttük de Allah’ı kandırmaya çalıştık. Hayat verdiğini geri alır. Ama ne zaman? Hakkıyla eşyayı kullanmazsak. Hakkıyla işimiz yapmazsak. Hakkıyla sevdiğimizi gözetmezsek.
Nefsimize zulmettik
Hayatın bir dengesi var. Bu dengeden şaştığımız an mutlaka bir sarsıntı geçiririz. Malzemeden çalıp uygun olmayan binalar inşa eden müteahhitten tutun da buna göz yuman buna çanak tutan her kademedeki yetkili kabahatlidir. Ecdad ile bağını koparmış olmak bile başlı başına bir felakettir. Eski yerleşim yerlerine bir bakalım o bölgelere evler, binalar yapılmış mı? Yapılmadıysa biz neden yaptık? Akılsızlık nefsi besler. Gönülsüz iş kalbi yorar. Gönülsüz akıl, akılsız gönül olmaz. Her ikisinde de zulüm vardır. Şeker hastasına durmadan şeker yedirmek gibi nefsimizi hoş gelen şeylerle besledik. Kiracısından anormal kira isteyip de vermediği için mahkemeye veren ev sahibi ile kiracısı deprem bölgesinde geceyi birlikte aynı ateşin etrafında geçiriyor. Bundan daha büyük mesaj mı var? Kurtar Allah’ım bizi diyoruz. Elbette de yegâne kurtarıcı O. Ama akılsızlığın cezasını da veren O. Hırsıza, haksızlığa, ahlaksızlığa göz yumarsan doğanın kendi kanunları devreye girer. O yüzden hepimiz kendimizi bir iç muhasebeden geçirelim, dengeyi nerede kaçırdığımıza bir bakalım.
Bizim kıyametimiz
Her karanlığın arkası aydınlıktır. Bu dünya da bir sahnedir. Gelip geçicidir. Bunu böyle bilip içselleştirince insan artık daha rahat ediyor ve ‘benim dediğim olmazsa’ diye ölüp bitmiyor. Saatler geçiyor vakitler daralıyor ve insan nefsiyle baş başa en çok da böyle zamanlarda kalıyor. Göçük altında ve hala nefes alabilen bir canı düşünün. O an insan ne düşünür! İnsan o haldeyken ne yapar! Herkes için başka bir kıyamet anıdır o anlar. Biz de başka bir kıyameti yaşıyoruz. O da olan biteni uzaktan seyretmek zorunda kalmak. İnsanlar can çekişirken, ölürken yemek yiyor olmak, uyuyor olmak bu da bizim kıyametimiz.
Evvelallah ayağa kalkarız
Birlik beraberlikle nasıl da kenetlendik. Bir anda nasıl da can hıraş yardım edebilmek için karınca kararınca uğraşıyoruz. Herkesin desteği yardımı kendine. Bu satırlarda açıklamak durumunda değiliz ama benim en büyük dileğim sadece kötü günde değil iyi günde de bir birbirimize kenetlenmeye devam etmemizdir. Birliğin yanında olmak gerektiğini şu kafamıza yerleştirebilsek! Öyle çok bölündük, öyle ayrıştık ki; doğa buna izin vermez. Hiçbir ayrışma, bölünme iyiye işaret değildir. Ayrışmak isyandır. Bölünmek yalnızlıktır. Elbette kasıtlı bölenler, bölünmemizi isteyenler de var. Bunları türlü türlü kılıflara sokup akıl oyunlarıyla kitleleri yönlendirenler de var. Bunu yapanlar ebedi yalnızlığın içindeler. Bugünlerde biz tam bir birlik ve dayanışa ruhu ile bu enerjimizi kaybetmeden son sürat yaralarımızı sardıktan sonra da bu heyecanımızı kaybetmeyelim. Evet! Yıldıranlar her zaman olacak. Ama biz sağduyunun yanında olacağız. Davetimizi haktan ve hakikatten yana yapanlardan olacağız vesselam.
ÇOCUKLARIMIZA AMAN SAHİP ÇIKALIM
Hepimiz büyük acı içindeyiz. Bunun tarifi mümkün değil. Tam 10 ilde 1000 kilometrekare alanda ve onlarca atom bombası gücünde etkili yüzyılımızın en büyük felaketiyle sarsıldık, sarsılıyoruz. Anlatmak, anlamak idrak ettiğimiz kadarıyla mümkün olabiliyor. Allah’tan tüm vefat eden kardeşlerimize, canlarımıza rahmet diliyorum. Yaralılara acil şifa niyaz ediyorum. Hepimize de sabır diliyorum. En çok da çocuklar için endişeleniyorum. Çünkü böylesi kriz anları çocuklar için en büyük tehlikedir. Kötü amaçlı insanlar, sözüm ona uluslararası Sivil toplum kurumları ile çocukları kaçırmak için hazır bulunurlar. Bu konuda çeşitli uyarılar var. Ancak benim önerim sadece çocuklara yönelik emniyet ve bakanlık koordinasyonuyla birlikte çocuk/genç koruma uzmanı dostumuz Gülhan Gündüz’ün önderliğinde bir TİM kurulmasıdır. Çünkü 18 yaş altı bir uzmanlık işidir. Lütfen yetkililerimiz bunu dikkate alsınlar. Yoksa iş işten geçtikten sonra dövünmeyelim. Yaşadıklarımız bir milli seferberlik halini almalıdır. Bütün devlet, sivil kurum ve kuruluşlarıyla birlikte. Allah yar ve yardımcımız olsun.
VİRAN EYLEME
Yıkık dökük virane şehirler. Yıllara meydan okuyamadan bir anda yerle bir oldular. Kimi diyor o yaptı, kimi diyor bu yaptı. Allah’a bağlayan da var; sanki Allah’sız olur her şey! Allah istedi mi böyle hâlk eder. Bizler ise utanmadan sıkılmadan yanlışımıza, hırsızlığımıza, hırsımıza ortak ederiz Yaradan’ı. Bundan âlâ şirk mi olur? Kalpler sökük, beyinler dumur, hala suçlu arar bakar etrafına. Yıkıldı, döküldü sırça sarayımızın yaldızları. Camlar paramparça ok gibi saplandı böğrümüze. Günah da onun sevap da ama bunu hak eden insanoğlu. Hala kaçamak güreşiyor insan. Mertçe bir duruşu yok. Daha ne yıkılsın üstümüze. Arzı mı geçirsin Allah başımıza. İnsansan biraz bak etrafına yaptığından mesulsün. Ettiğinden sen sorumlusun. Başkalarını da ortak eden suça sen, ben, onlar, bizleriz. Durup dururken mi oluyor her şey! O zaman durup dururken bir de tokat atsın biri sana, sen de ona karşılık vermeden dur bakalım. Yıkma, dökme eyleme viran! Bilmeliyiz ki ne yaparsak o gelecek bizimle. Tamah etme geçici dünyaya. Eyleme dünyanı viran. Senden bize geçelim mamur edelim bütün viraneleri vesselam.
GÖKÇE GÜNEYGÜL
TANBÛRÎ CEMİL BEY’İN TANBÛRLARI
“Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta,
Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta.”
1927 yılının karlı, soğuk bir Varşova gecesinde eski bir plakta çalan tanbûr virtüözü Tanbûrî Cemil Bey’in tanbûrundan çıkan ve inim inim inleyen nağmelerin kıvılcımıyla alev alan hasret ateşi, şairin buz tutmuş sağ elini birden divitine götürüverdi. Ve usta şair Yahya Kemal, memleket özlemiyle gözlerinden dökülen yaşları, kalemin ucundan kağıda akıtmaya başladı. Yazdı, yazdı, yazdı. Tanbûrun yakan, kavuran sesi ruhunda yankılandıkça yazdı. Yazdığı şiire “Kar Mûsikîleri” adını verdi. Büyük şair Yahya Kemal’in ve binlerce kişinin zihnini tıpkı mısralardaki gibi bulunduğu âlemden başka âlemlere sürükleyen bu sesin icracısı, plaklarda çaldığı tanbûr sadasıyla dünyanın en uzak köşesine bile sesini duyurmaya muktedir olan, “Kar Mûsikîleri” şiirinin yazılmasına ilham veren, Molla Güranî semtindeki eski bir evde doğan, Türk mûsıkîsinin gelmiş, geçmiş en büyük tanbûrîleri arasında sayılan, ve yıllar geçmesine rağmen onu plaklarda dinleyen tanbûrîlere kutup yıldızı olan, nam-ı diğer Kutb-u tanbûr: Tanbûrî Cemil Bey’den başkası değildi.
Cemil Bey, küçük yaşlardan itibaren kimi zaman evdeki pabuçların lastiklerini bir tahta üzerine gererek, kimi zaman tenekeden bir bisküvi kutusuna, içinin yayı çıkarılmış bir perde sapını takarak çalgılar icat etmişti. Küçük Cemil büyüdüğünde, bu sazlar onun elinde bir tanbûra, icat ettiği yaylı tanbûra, kemençeye, lavtaya, çöğüre, viyolonsele, kemana, uda dönüşmüştü. Ve Tanbûrî Cemil Bey, çoğu kimsenin bilmediği küçük bir çalgı koleksiyonuna sahip olmuştu. Bu çalgıların arasında Cemil Bey’in tanbûrları ve diğer birbirinden kıymetli sazlarının bir kısmı oğlu Mes’ut Cemil Bey’e miras kalmıştı. Mes’ut Cemil Bey binbir badere atlattığı dönemlerde bile baba yadigârı olan bu sazları özenle korumuş, hatta babasının âşık sazını, çöğürünü radyo programlarında, provalarda fırsat buldukça icra etmişti. Daha sonra bu çalgılar Mes’ut Cemil Bey’in manevî kızı Filiz Dömeke Hanım’a intikâl ettiğinde evde bir köşede, sandıkta duran sazların böyle kapalı kalmasına gönlü razı olmayan Filiz Hanım, Tanbûrî Cemil Bey’den, Mes’ut Cemil Bey’den miras kalan kemençe, çöğür/ âşık sazı, lavta sazlarını Balıkesir Tahtakuşlar Etnoğrafya Galerisi’ne bağışlamayı uygun görmüştü. Bu sazlar arasında 1916 yılında Tanbûrî Cemil Bey’in cenazesinde bulunan on üç kişiden biri olan ve usta Tanbûrî Necdet Yaşar ‘a Tanbûrî Cemil Bey’in kayıp mezarının yerini tarif eden Yenikapılı Ziya Usta (Ziya Özgener) yapımı olan bir tanbûr da vardı. Tanbûrî Cemil Bey’in bir oda dolusu geniş çalgı koleksiyonundan geriye kalan tek tanbûr elbet bu değildi.
Tanbûrî Cemil Bey’den miras kalan diğer tanbûrlardan biri Tanbûrî Cemil Bey’in öğrencisi olan, Sultan Abdülaziz’in torunu Gevherî Osmanoğlu (1904-1980) tarafından Aynalıkavak Müzesi’ne, bir diğer Uzunyan yapımı (1887) kafesli tanbûr ise Sultan Abdülmecid’in torunun kızı olan Naime Sultan (d.1909) tarafından Müzikolog Etem Ruhî Üngör Çalgı Koleksiyonu’na, Tanbûrî Cemil Bey’e ait olan bir diğer kafesli tanbûr, 1983 yılında Rebabî Sebahattin Volkan tarafından Konya Mevlânâ Müzesi’ne bağışlanmıştı.
Usta Şair Yahya Kemal’in şiirlerine ilham kaynağı olan tanbûrun sesinin, Tanbûrî Cemil Bey’in hangi tanbûrundan geldiğini tespit etmek şu günkü şartlarda bile mümkün değil. Ama bugün hâlâ Tanburî Cemil Bey’in ruhunda parlayan kutup yıldızının kubbede yankılanan sesi, yüz yıl sonra bile tanbûrilere yol göstermeye ve kalplerindeki sanat ışığını, mûsıkî aşkını uyandırmaya devam ediyor. Bu toprağın sazı tanbûrûn ve tanbûra gönül vermiş tanbûrîlerin tarihini, yaşam öykülerini konu alan ve çalışmaları süren “Tanbûrnağme” kitabında bu uğurda ömrünü veren, aşka tutulan, Necdet Yaşar’dan Kemal Batanay’a değin nice tanbûrîlerin ve öğrencilerinin tanbûra olan aşklarını kaleme alırken, zihnimde bir fısıltı kalbime, ciğerime fısıldıyor. Yahya Kemal, Tanbûrî Cemil Bey’in ruhuna yazdığı gazelden, Cinuçen Tanrıkorur’un Tanbûrî Cemil Bey’in ruhuna ithaf ettiği rast mersiyesiyle usulca sesleniyor.
“Bezm-i Cemşîd’de devrân ki kadehlerle döner
Şevk şeb-tâ-be-seher raks-ı mükerrerle döner
Tutuşur meş’ale-î dil’le merâyâ-yı huzûz
Hüsn ü aşk ortada bin mâh bin ahterle döner”
YAPILAŞMA SEFERBERLİĞİ
Artık zamanı geldi. Zaten sistem kendi kendine çöktüğünü haber veriyor. Depremde yıkılan binlerce bina yüzünden binlerce insan canından oldu. İnsan bu düşüncesizlik yüzünden deliriyor. Binalar yüzünden insanların öldüğünü bilmek gerçekten açıklanması zor bir durum. Artık yıkılanların yerine o çirkin betonarme binalar asla yapılmamalı. Topyekun bir yapılaşma seferberliğine girişilmeli. O çirkin ve bana eski Türkiye’yi hatırlatan beton kare binalar asla yapılmamalı. Başta okullarda acilen bu yapılaşma tipinden vazgeçilmeli. Sağlamlığın yanı sıra insanın ruhunu da dinlendiren ve kendini iyi hissettiren yapılar inşa edilmeli. Mümkün olduğunca düzenli mahalle görüntüleriyle birlikte estetik ve sade yapılar planlanmalı. Sağlamlık kadar insanımızın güzelliğe de ihtiyacı var. Bir taraftan ekolojik olarak bu binalar donanımlı hale getirilmeli ve sürdürülebilir binalar olarak projelendirilmeli. Hala sanayi tipi bina yapmak isteyenler varsa bunlara izin verenler başta olmak üzere ciddi cezalar almalı. Gerçekten yetti artık. Daha sade bir hayat artık mümkün olsun.
ARTI EKSİ
Artı
Bir batılının dilinden türkülerimiz
Çek bir baba ve Polonyalı bir anneden doğma Avusturyalı genç kadının bağlamaya olan ilgisi ve beraberinde Türk halk müziğine olan aşkı yüzünden bir süredir Türkiye’de yaşıyor. İstanbul’u bir medeniyetler senfonisine benzeten kadın Anadolu felsefesinin müziğe etkisi ile birlikte özellikle türkülerin felsefenin çok değerli olduğunu belirtiyor. Batı halk müziğinde olmayan ve hatta kalmayan insan ve doğa birliğinin olağanüstü etkisinin insanlık adına çok şey ifade ettiğini söylüyor. Bağlama icra etmesini öğrenmiş olan bu hanımın türküleri söyleşindeki o yüz ifadesi bize çok şey anlatmalı. Bizler kendi evlatlarımıza kendi müziğimizi sevdiremezken bir batılının hayranlık derecesinde bağlama çalıp söylemesinin düşündürücü olduğu bir gerçektir. Değerlerimizi anlamak adına belki bir ışık yakar.
Ahlaksızlık diz boyu
Öte yandan biz burada bunları da yazmak zorunda kalıyoruz. Bir özel TV kanalında kendini mert vs. tabirlerle bugüne kadar ün yapmış şarkıcının programı bir faciadır. Genç bir kızı çıkarıp dans ettirmek ve bunu meşru kılmak ona kalmış. Konuk olan ve neden konuk olduğunu anlamakta da zorluk çektiğim adamlar kız dans ederken bakmaya da utanıyorlar sanki. Dans eden kadının eşi de orada. O da güzel arabesk okuyormuş. Onu da çıkarıyor ortalığa. ‘Hadiii bakkkalımmm oku’ diyor sözüm ona sunucu. Sesi iyi olmadığı halde söylüyor ve ben orada kanalı değiştiriyorum. Başkaları adına utanmanın iç bulandırıcı durumunu yaşıyorum.
NERESİNDEN TUTSAK!
Herkes durumun ciddiyetini bu depremle de anlamadıysa neylesin mağbut desek saçma olmayacaktır. Sadece işi Allah’a bırakmak veya müteahhiti suçlamak, devlete pislik atmakla olacak şey değildir. Annemin altı sene önce dairesinin olduğu altı katlı apartman için yıkılma kararı verildiğinde müteahhitlerle yapılan görüşmelerde neler yaşandığını biliyorum. Üç metrekare daha koparabilmek için araya başka müteahhitleri sokan daire sahipleri mi dersiniz! O araya giren müteahhitin işi almak için malzemeden çalmasından tutun da bir sürü mide bulandırıcı şeyleri gördüm. Bu işler böyle olacak gibi değil. Bunun esvabı mucizesi bizde bitip tükenmeyen çalma hırsı ve daha fazla rant şehvetidir. Müteahhit falanca belediyedeki adamına istediği gibi geçirtiyor inşaat planını. Ev sahibi daha ucuz olsun, istediğim müteahhit olsun diye kendini paralıyor. Ya da evi depremde yıkıldı yıkılacak ama çıkmak istemiyor. Bir de şu MMO’sı var o da ayrı bir fecaat. Yıkım kararı alınmış olan yerleri mahkeme kararı ile bozduruyor. Yani işin ne tarafından tutsanız yıkılıyor. Deprem haydi haydi yıkar. Allah akıl fikir versin.