"Geçmişimizi özümlemesini öğrenirsek, andaçları savurabilir, anıları bir kıyıya itebilir, ilişkileri –gerektiğinde- bitirebiliriz; yaşam yoksullaşırmış, çevremiz genişlemez, daralırmış, dahası, cenazemizin arkasından yürüyecek olanların sayısı… Varsın olsun. Olacaksa, o da. Yaşamayı öğrenmek gerek… Bu hesaplar yararsız."

Sedat Simavi Edebiyat Ödülü kazanmış bir Bilge Karasu eseridir “Ne Kitapsız Ne Kedisiz”. En çok da ayağına sevgi sürtünen bir kedi ile kitap okuyanları çeker kendine. Ve dokunmayı atlayarak çıkılan kulelerde, sisli, puslu, eksik kalınacak bir adam tarafından yazılmıştır.

Yazın, hırka giydiren; kışın, parmaklarını, sayfa çevirmekten aciz bırakan soğuk kramplarla üşüten; eskinin imarethanesi, taş bir kütüphanede tanıştık 16 yaşında Karasu ile.

Klasikler bitince ne okuyacağını bilemeyen bir çocuğun eline geçen küçücük bir kitaptı. Uzunca vaktini aldı. Zorlanıyordu, direniyordu anlamlandırmaya. O yıl, Karasu ve “Tragedyanın Doğuşu” üzerine olan ısrarı, felsefeye düşüp kalacağının erken teşhisi gibiydi.

Böyle bakıştık uzun yıllar, aşk ile. Türkçeyi, “ve” bağlacını kullanmamasına rağmen bu kadar sade, bu kadar kaliteli kullanan on isim bulamazsın. Ya ağdalıdır, Türk toplumunun mevcuduna uzak konuşan bir komediden ses verirler; ya “bozulma” öyle aşındırırmıştır ki dili, tuttuğun yerden sökülmeye başlayan kıvamda can çekişir. Karasu, benim en sevdiğim ölçü de, ortadadır; nam-ı diğer “ifrat-tefrit” düsturunda.

Ve ancak yeterince yukarıdan bakan biri tüm uçları bu kadar net görebilir, keskin köşeleri yumuşatabilir, sağduyulu bir kıvamın lezzetini böylesi keşfedebilirdi.

*****

Kitapta, “roman”ı, “imge” üretiminde birinci sırada gören Karasu; “Nasıl özenmem W. Woolf’un haline her yazı ulaşılması güç bir karşı yaka gibi görünür bana,” diyor tam da siz kendisi için aynı şeyleri düşündüğünüz anlarda. Bir anahtar koymak ister gibidir paspasın altına. O evde yokken gidin, mutfağına girin bir çay demleyin, kanasıya için ister gibidir.

Kitap okumayı, benim gibi, çoğunuz, yazarla aranızdaki alışveriş olarak yorumluyorsanız; “Ne Kitapsız Ne Kedisiz” sona erdiğinde, alışverişinizin, sadece kendinizle olabileceğine inanmış bir hal ile biriktirdiklerinizin değeri üzerine derince bir düşünceye dalabilirsiniz. “Her okuma, az ya da çok, birtakım değişikliklere uğratır imgelerimizi. Ama okuduklarımızın “imge” üretme gücü ölçüsünde(…) Okuma yaşantısı diyebileceğimiz bir süreçtir bu.” Yani bir kitap sana her ne anlatırsa anlatsın, isterse okyanus sızdırsın mürekkep izleri arasından içine, sizdeki çukurun derinliğince doldurabilirsiniz bu hazineden, diye bir kavrama yaşatır.

Çünkü bu adam; “Okur kitap arar ama, kitabın da okuru bulduğunu ben çok gördüm. Açıklanabilir bir şey söylemiyorum belki, ama “rastlantılar”ın çoğu, açıklayamadığımız için rastlantı görünmez mi? dediği kitabı yazmıştır.

****

Ne kitaplı ne kitapsız

İmge üretiminde roman hala ilk sırada

İletişim güçlükleri üzerine yerli yersiz sözler

“Yeni” dediğimiz üzerine

Cinayetin azı çoğu

Bir hayvanla yaşamak

“Dostlarım üzerine” diye söze girişerek

Bilge Karasu adlı birinin 50. yaşı üzerine metin taslağı, başlıkları ile bağımsız görünen ama örgüsü tamamlandığında aynı kazağın kolu, sırtı, önü olduğunu fark ettiğiniz bölümlere ayırmış kitabı.

Ortak bir “dil” ister Karasu. O dili kurabileceğimize inanır. Kedinin “anne” demesi gerekmediği gibi kedi ile o dilin kurulabilmesi için... Ortak ahlak! Kediyi sevmek ya da kuduz olmuş hayvanları topluca fırınlarda canlı kanlı yakarak öldürmemek için insan olmamız yeterlidir çünkü.

“Vicdan” sorunu ancak can denen şeye saygı duyulmasıyla ortaya çıkabilir. Elbette kendi canımızdan değil, başkalarının canından söz ediyoruz burada. Sevgi ise ısmarlama olmaz, yaşayarak öğretilecek/öğrenilecek bir şeydir sevgi.” Aksi halde “günah” olmaması üzerine yazılı metin olmaması her türlü çirkinlik için yeterli olacaktır!

Oysa “mubah” olanın kalbe makbul gelmemesi gerekir!

Mubah olan üzerinden detaylarında kaybettiğimiz şey, bize, binlerce kuduz köpeği, kediyi, fırınlara doldurup insan sağlığı için yaktırırken verilen “vahşet” iznidir. Aynı binlerce köpeği, lezzetli birer parça zehirli et vererek de imha edebilecek olan “merhamet”, “mubah”ın altında kalmıştır.

Çünkü “imge”yi unuttuk; ortak anlam ve doğrular kovalarken, birbirimizin kuyruğunu ısırıyoruz!

Oysa insan, “eşrefi mahlukattır” Karasu’nun karasularında açıldıkça!

Ve “Cinayetleri çoğu zaman kavramlar işlettirir!

Cinayetler hep, “kavramlar” adına savunulur”

Halk otobüsünü “cihat” bombalar mesela; soykırımı “milliyet” yapar!

Siz de yorgunsanız bunları anlamak ve anlatmaktan; bir kitap es verin; istemsizce de olsa, kavramların sığlığından “imge”nin değerine yola çıkmış olacaksınız son sayfada.

İnsan kalmanın tadı damağınızda!

****

“Yaşam durmadan çözülüp bağlanan, dağılıp toparlanan, bununla birlikte aynı biçimden, kalıptan, karşılıklı konum düzeninden bir ikinci kez geçmeyen bir gidişse, anılarımızı pehpehleyelim, anlatalım kullanalım canımız istiyorsa; ama onlardan koltuk değnekleri çatmayalım kendimize. Anıların yardımıyla ayakta duruyormuşçasına yaşamak, ulaştığımız bu anı geçmişe yansıtıp yaşamak, ulaştığımız bu anın bütün bir yaşam içindeki yerini düşünerek yaşamak, yanlış bir iş,(…) Geçmişimizi özümlemesini öğrenirsek, andaçları savurabilir, anıları bir kıyıya itebilir, ilişkileri –gerektiğinde- bitirebiliriz; yaşam yoksullaşırmış, çevremiz genişlemez, daralırmış, dahası, cenazemizin arkasından yürüyecek olanların sayısı… Varsın olsun. Olacaksa, o da. Yaşamayı öğrenmek gerek… Bu hesaplar yararsız.”

*****