Ülke olarak içinde olduğumuz süreç, bir anlamda hem coğrafyamızın hem de târihimizin bize yüklediği bir kader.
Ülke olarak içinde olduğumuz süreç, bir anlamda hem coğrafyamızın hem de târihimizin bize yüklediği bir kader. Eskisi gibi devam edemezdik; şimdi de vazgeçme ihtimâlimiz yok. Zâten birçoğumuzun da vazgeçmeye niyeti yok. Ya olacağız, ya öleceğiz.
Girilen bu yolda, siyâsî aktör olarak Recep Tayyip Erdoğan başrolde olsa da, Recep Tayyip Erdoğan, 12 Şubat 2017 târihli yazımda da yazdığım gibi, bir sebep değil sonuçtur. Recep Tayyip Erdoğan’ın son zamanlardaki demeçleri, Türkiye’nin yaşadığı değişimleri kendi içinde de yaşadığını göstermektedir.
Osmanlı’nın Cesedine Âşık, Rûhuna Düşman
Osmanlı, sâdece 1299-1923 yılları arasında hüküm sürmüş bir devlet değildir. Osmanlı bizi hâlâ dört tarafımızdan çevrelemiş durumdadır. Siyâsî olarak tarih olmuş olan Osmanlı Devleti, ondan kalan en ufak bir eserle bile ruhûnu devam ettiriyor. Bu, kimilerini rahatsız ediyor. Osmanlı’ya karşı bitmeyen, tükenmeyen ve hatta artan bir düşmanlık besliyorlar. Kimileri de bu varlıktan siyâsî ve kültürel bir zemin oluşturmanın yollarını arıyor. 1299’dan 1923’e kadar geçen sürenin büyük bir bölümünde kendini aşarak, hatta kendi kendini yıkıp yeniden inşa ederek gelen Osmanlı, birçok kişi için âdeta karanlıktaki bir fil. Herkes anlayabildiği kadarıyla ya seviyor ya da nefret ediyor.
Osmanlı’yı Aşmak
Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçen pazar günü yaptığı bir konuşmada, uzun vâdeli gündem konusu olan kültürel iktidar, yâni medeniyetimizin yeniden ayağa kalmasıyla ilgili, gerçekleşmesi hiç de kolay olmayan ama diğer taraftan da vazgeçip yapmama lüksümüzün olmadığı bir tespitte bulundu. Cumhurbaşkanı Erdoğan şöyle dedi: “İstanbul’a Mimar Sinan’ın eserlerinin teknik ve estetik boyutunu aşacak bir âbide kazandırdığımız gün, medeniyetimizi yeniden ayağa kaldırdığımız gün olacaktır.” O günü inşallah biz görürüz. Ama çocuklarımız veya torunlarımız mutlaka görmelidir.
Abdülmecid Efendi Köşkü’ndeki Sergi
Sultan Abdülaziz’in dışişleri bakanı olan Keçecizâde Fuat Paşa’nın “Osmanlı’yı 300 yıldır siz dışarıdan, biz içeriden yıkamıyoruz” dediğini birçok kişi bilir. Görünen o ki, Osmanlı değil sâdece ruh, ceset olarak bile hâlâ birileri için hedef ya da hammadde oluyor.
15. İstanbul Bienali bünyesinde Koç Topluluğu’na âit olan Abdülmecid Efendi Köşkü’nde açılan “Kapı Çalana Açılır” isimli sergi, bir görsel üzerinden olumsuz bir tepkiye konu oldu. Ömer Koç’un koleksiyonundan yapılan seçki ile kurulan sergideki bir yapıt, özellikle milliyetçi-muhafazakâr kesimin tepkisini çekti. Sosyal medya üzerinde olumsuz paylaşımlar yapıldı. Bu paylaşımların amacı, sergideki bir yapıtın dinî hassasiyetlere ters olması ve kaldırılmasıydı.
Paylaşımda kullanılan görselde, küçük ölçekli bir boyuttaki çırılçıplak bir erkek heykeli, kovuk gibi içbükey bir mekânda yere oturur şekilde konulmuştu. İlk bakışta pornografik bir görüntü ortaya koyan bu yapıtın tepki almasının sebebi, konulduğu yerin “mihrap” zannedilmesiydi. Yapılan paylaşımlarda “Abdülmecid Efendi’nin secde ettiği yere bu konur mu?” gibi şeyler yazıldı.
Bu görseli ilk gördüğümde buranın bir mihraptan ziyâde, o zamanlarda ısınmak için kullanılan bir şömine olduğunu anladım. Emin olmak için bizzat sergiye gittim ve tepkilere konu olan yapıtı daha geniş açıdan fotoğrafladım. Fotoğrafta görüldüğü gibi her iki tarafında kapı olan bir oyuğun mihrap olması mümkün değildir. Ayrıca bu oyuğa karşıdan baktığınızda yüzünüz Kıble yönüne değil, tam aksi istikâmate bakmaktadır. Köşkün sâhibinin maddi imkânları sebebiyle değerli çinilerle kaplanmış olan bu şömineyi mihrap zannedenler, hemen sivil bir tepki oluşturma gayretine girdiler. Gayrete fikir olarak saygı duymamak mümkün değil, ama şömine ile mihrap arasındaki farkı bilmeden yapılan eleştiriler ve tepkiler, bu sivil inisiyatifin hedefine ulaşmasını engelleyen hatta serginin, kötü de olsa, reklamını yapan bir tavırdır.
Bu kadar bilmeyerek, bu kadar cesur olmak, bu tepkiyi verenlerin tepki gösterdikleri sergiye hizmet etmesine sebep olmaktadır.
Sosyal Pornografi
Serginin sanatsal ve içerik olarak eleştirilebilecek bence birçok tarafı var. Öncelikle “modern sanat” olarak nitelendirilen bu yapıtların, onca başka sergi salonu varken, Osmanoğlularından birinin ismini taşıyan bir köşkte sergilenmesi, mihrap zannedilen şömineden daha dikkat edilmesi gereken mesajlar içermektedir. Ancak şömineyi mihrap zannedecek kadar “çok bilmeyenler”in içine düştükleri görme engeli, gündemin bu derinliğe inmesine izin vermemektedir.
“Pornografi” kavramıyla cinsellik seviyesinden daha öte, bâzı mahremiyetlerin açığa konulmasını, bakılamayan şeylerin gözler önüne sergilenmesini kastediyorum. Jon Rafman’ın bir suaygırının bir ayıyı yutmasını anlattığı “Yutan Yutuldu” isimli yapıtı; köşkün en büyük salonunda sergilenen Franz Xaver’in “Erkek Nü Modeli” isimli yapıtı, Semiha Berksoy’un bir doğumu resmettiği “Horozlu Otoportre” isimli yapıtı ve insan vücûduna yapılan işkencelerin anlatıldığı Francesco Albano’nun “Aziz Sebastian” adlı yapıtı, mihrap zannedilen şömine oyuğuna konulmuş, Ron Mueck’in “Hırka Altında Adam” isimli çırılçıplak yapıtından daha az pornografik değildir. Ancak bunlara hiç tepki gösterilmezken, “çok bilmemenin” bir göstergesi olan “zannetme” ile yapılan eleştiriler, kültürel iktidar konusunda doldurulması gereken birçok boşlukla karşı karşıya olduğumuzun ispâtıdır.
Bir sinema filmi veya televizyon dizisi olsa en az +13, hatta +18 uyarısının yapılacağı bu yapıtların sergilenmesi elbette, birilerinin sanat anlayışı açısından anlam ifâde edilebilir. Ama bence, şömine oyuğunun mihrap zannedilip verilen tepkiden çok, bu tepkiyi verenlerin üzerinde uzun uzun düşünmesi gerektiği konu, bu serginin düzenlendiği mekânın kimliğidir.
Osmanlı’ya Osmanlı’yı Öğretmek
“Çok bilmeme” ile tepki verenler acaba, köşkün en renkli salonun duvarlarında bulunan altı köşeli yıldızları görselerdi, bu sefer de Abdülmecid Efendi’yi Siyonist olmakla suçlarlar mıydı? Sultanahmet Câmii’ndeki altı köşeli yıldılar şimdilerde birilerini rahatsız ederken o zaman Sultan I. Ahmet’i neden rahatsız etmemişti. Ya da Sultan II. Abdülhamid tarafından Mısır Hidivi’nden satın alınıp yeğeni Abdülmecid Efendi’ye hediye edilen bu köşkün merdiven tırabzanlarındaki altı köşeli yıldızlar, o zaman Sultan II. Abdülhamid’i neden rahatsız etmemişti? Yoksa birileri bu “çok bilmezlik” cesâretiyle Osmanlı’ya Osmanlı’yı mı öğretmeye kalkıyor?
Osmanlı’nın Rûhu
Osmanlı’nın cesedine âşık olup rûhunu anlamayan ya da anlayıp düşman olan ve Osmanlı’yı kendi aralarında sıkıştıran iki karşıt cephenin “sanatsal” bir meydanda buluşması diyebileceğim bu sergi ve bu sergiye verilen tepkiler, artık mızrağın çuvala sığmadığının göstergesidir.
Serginin kitapçığındaki tanıtım yazısının “Dün bugündür aslında – değişen tek şey zamandır” sözüyle bitmesi de alt metin olarak ilginç göndermelere sâhip. Muhafazakâr kesimin sevdiği bir yazar olan Tanpınar, aynı zamanda bu sergide Osmanlı’yı iki taraftan sıkıştıran iki kesimin de mesâfeli durduğu Yahya Kemâl’in talebesidir. Yahya Kemâl, uzun vâdeli gündem konumuz olan kültürel iktidâr yolundaki işâretçilerin başında gelmektedir. İnşallah yakında Yahya Kemâl Beyatlı’nın, onun işâretlerini çarpıtmak isteyenler tarafından “sahiplenildiğine” şâhid olmayız.
Târihimizin ve coğrafyamızın bize yüklediği kaderin altında ezilmemek için, düşman olanlar bir tarafa, bizler Osmanlı’nın sâdece cesedine âşık olmakla kalmamalı, ruhûnu da çok iyi anlamalı ve sosyal medyada dolduruşa gelip mesnedi olmayan duygusal tepkiler vermek yerine, Osmanlı ruhûnu güncelleyerek günümüze taşıyacak eserler verme gayreti içinde girmeliyiz.