İstenmeyen bir kavramdan kurtulmak, başına "post" ya da "anti" yazınca keşke mümkün olsaydı.
“Geniş âile”den “çekirdek âile”ye geçeli beri, üç neslin aynı çatı altında, aynı hâne halkı olarak yaşadığı evler yok denecek kadar azaldı. Torunlar, babaannelerinden, anneannelerinden ve dedelerinden farklı evlerde yaşıyor ve büyüyorlar. İnsanın sosyalleşmesindeki en etkili fâiller (Sosyoloji terminolojisi ile söylemek gerekirse; ajanlar) artık yakında değiller.
Çocuklar; dedelerinin, anneanne-babaannelerinin, amca ve dayılarının, teyze ve halalarının hayatlarında merkezde değil, çevredeler. Dahası, anne-babalarının ve abla-âbilerinin hayatlarından da çıkmaya başladılar. Aynı çatı altında yaşamalarına rağmen, soyut bir uzaklık söz konusudur. Bunun en büyük sebebi de tablet ve akıllı telefonlardır.
Yemek masasında bile birbirinden uzak olmanın ilk adımı, dedelerin ve anneanne-babaannelerin evden ayrılması oldu. Çekirdek âile çoğalınca, önce herkes kendi evine geçti. Sonra âile bireyleri kendi odalarına dağıldılar. Artık aynı odadakiler bile kendi sosyal medyalarındalar.
“Huzurevi” adını kim bulmuş bilmiyorum ama, kendince kurnazca bir şey yapmış. Geniş âilenin dedeleri ve nineleri, çocukları ve torunları ile değil de, kendi yaşıtlarıyla birlikte yaşadıkları ve çocukları yerine profesyonel kişiler tarafından para karşılığı bakıldığı “huzur evleri” yakın bir geçmişte çok eleştirilmekteydi. Bu kurumlara bu ismi veren akıl, ikinci bir kurnazlık yapıp “huzur evi” yerine “bakım evi” ismini kullanıma sokmuştur.
İlk sosyalleşmesini anne-babasından alan çocuk, daha sonra anne-babasının dedesine ve ninesine karşı davranışı gözlemleyip kendi anne-babasına nasıl davranacağını öğreniyordu. Anne ya da babasının bakımını kendisi üstlenmek (yapmak ya da yaptırmak) yerine, “işin uzmanı” olan kişilere yaptırıp gönül rahatlığı duyan nesil, artık birebir ilişkilerdeki iletişimi bile teknoloji harikası cihazlarla yapar hâle geldi.
Herkes huzurevinde!
Daha rahat ve profesyonel bakım altında yaşaması için huzurevlerine konulan ya da buralara kendi tercihi ile giden yaşlıları, küresel yaşam tarzına modellersek, modern dünyânın kendini huzurevine kapadığını ya da kendi yarattığı yaşam tarzının onu kendi hapishanesine tıktığını söyleyebiliriz.
Huzurevlerine kendi rızâsıyla yerleşen yaşlılar gibi, el kadar çocuklar bile daha bulmadan kaybettikleri huzuru, ellerine geçirdikleri tablet ve cep telefonu ile ulaştıkları sosyal medyada arıyorlar. Yaşlılar beş çaylarını huzurevinin oturma salonunda içip sohbet ederken; çocuklar, gençler ve yetişkinler aynı duyguları emojilerle süsledikleri kısa mesajlarla iletişim kurarak yaşamaya çalışıyorlar. Cep telefonuna bakarken direğe çarpan, merdivenden yuvarlanan, trafik ışıklarını göremeyip kaza yapan kişilerin görüntüleri keşke kurgu olsaydı, ama maalesef gerçek hayattan yansımaktadır.
Post-modernizm tesellisi
Bu duruma kendi rızâsıyla düşen modern dünya, kendini post-modernizm ile kandırmaya çalışıyor. Modernizm batağından kurtulmanın “post-modernizm” diyerek mümkün olacağını zannedip boş hayâller kuruyor. “Post-modernizm” denen şeyi, “öpeyim geçsin” gibisinden sihirli bir dokunuş zannedenler, ateşe benzin döktüklerini fark etmiyorlar.
İstenmeyen bir kavramdan kurtulmak, başına “post” ya da “anti” yazınca keşke mümkün olsaydı. Bunca bilimsel birikimden sonra, sihirli değnekle dokunup büyü yaparcasına kolayca bir kurtuluş beklentisine girmek, çâresizliğin bir göstergesi olsa gerek. Çâresizlik, Harry Potter gibi fantastik yapımlarla da “şirin” hâle getirilmektedir.
Kendim ettim kendim buldum
Büyük umutlarla transfer edilip bekleneni veremeyen ve hayâl kırıklığına sebep olan futbolcuların üstüne para verilip gönderilmesi gibi, insanlık olarak modernizmi hayâtımızdan çıkarmak için onu, “post-modernizm” adını verdiğimiz bir “huzurevi”ne koymaya çalışıyoruz.
Ancak bunu yaparken, kendimizi de onunla berâber aynı çıkmaza sürüklendiğimizi göremiyoruz. Modernizmin ârızalarını, daha çok “modern” olarak gidermeye çalışıyoruz. Kumarda kaybettiklerini son bir kez daha oynayıp geri alacağını zanneden sefil kumarbaz gibiyiz.
Modernizm öncesi döneme karşı duyduğumuz haksız nefreti, modernizm sonrasına taşıyıp iki nefret dönemi arasında kendi kendimizi sıkıştırdığımızı görmek, artık modernizmin tanımladığı dünyâdan çıkmak için tek çâre olsa gerek.
Çamurlu yolda yürürken her adımda ayakkabılarımızı temizliyoruz, ama bir sonraki adımda tekrar çamura batacağımız gerçeğini görmek istemiyoruz. Kısacası kendimiz ediyoruz, kendimiz buluyoruz. Ama “bu da bana ders olsun”, deme erdemini göstermiyoruz.