Bugün Türkiye'de millet inşa etme sürecini analiz edeceğim.

Milliyetçilik dosyasının üçüncü yazısı… İlk yazıda milletin bir devletin vatandaşlarından oluştuğundan ve milliyetçiliğin de bütün bir milletin refah esenliğini arttırmak, adalet ve eşitlik içinde milli ekonomiyi büyütmek ve milli iradeye dayalı bir yönetimi savunmak olduğundan bahsetmiştim. İkinci yazıda milliyetçilik ile ırkçılık ve günümüzde yaygınlaşan sağ popülizm arasında ciddi farklar olduğunu söylemiş ve bunları örneklendirmiştim. Bu üç ideoloji sınıfsal açıdan farklı seçmen kitlelerine dayanmakta ve devletin idaresi hakkında savunduklarıyla farklılaşmaktaydı. Milliyetçilik üst sınıfların ve burjuvanın ideolojisi iken laiklik ve demokrasi ile birlikte var olmaktaydı. Irkçılık kırsal kesim ve şehirli alt sınıflara hitap ederken sağ popülizm lümpen proletaryanın oyuna dayanmaktaydı. Her ikisi de otoriter rejimlere taraftar olmakla birlikte, aynı zamanda dışlayıcı bir bakış açısına sahiptiler.

Bugün Türkiye’de millet inşa etme sürecini analiz edeceğim. Bu yazıda Türk milliyetçiliğinin kronolojik gelişimi veya önemli düşünürlerin bakış açılarını tartışmayacağım. Ana amacım Türk milliyetçiliği hakkında nasıl bir algı olduğu, Türk milliyetçiliğinin sınıfsal dayanakları ve bunun Türkiye’nin kapitalist gelişim sürecindeki dinamiklerle bağlantılarını incelemektir. Bunu yapabilmek için Türk milletinin siyasi inşa sürecine değinmek gerekmektedir.

TÜRKİYE’DE KAPİTALİST GELİŞİM VE MİLLETLEŞME SÜRECİ

Türkiye’nin sermaye birikim süreci çok gecikmiştir. 1850’de toprakta özel mülkiyetin kabulü ile birlikte başlayan ilkel birikim, Osmanlı döneminde köklü bir sanayi sermayesi birikimine dönüşememiştir. Bunun sonucunda Cumhuriyet kurulduğunda şehirli sanayi sermayesi ve burjuva kültürünün olmadığı, sermaye ve servetin çok cılız ölçülerde biriktiği bir toplumla karşı karşıya kalındı. Bahsettiğim cılız sermaye ise daha çok kasabalı tüccar ve eşrafın birikimiydi.

Türk milliyetçiliğinin Osmanlı’da ilk çıkışı Rumeli’nde ve İstanbul çevresinde olmuştur. Bu da doğaldır, çünkü Osmanlı’da sermaye birikiminin yoğunluklu olduğu ve modern şehir hayatına uyumlu bir burjuvazi benzeri zümrenin oluştuğu yer Rumeli ve İstanbul Çevresiydi. Rumeli’nde Manastır ve Selânik başlıca sermaye birikim merkezleriydi. Bu ilk dönem Türk milliyetçiliğini tetikleyen olgu yıkılan imparatorluktaki azınlıkların ırkçı ve şiddete dayalı milliyetçiliklerine verilen tepkiler ile Sultan Abdülhamit’in mutlakıyet rejimine muhalefetti. Osmanlı Devleti de, her devlet gibi, kendi vatandaşlarını resmî millet tanımı etrafında birleştirmeye çalışmaktaydı: Osmanlıcılık ideolojisi buradan doğdu. Fakat azınlıklar arasında yükselen ırkçılığa karşı Osmanlıcılık bir ilaç olmadı. Jön Türkler ve daha sonra İttihat ve Terakki’nin benimsediği milliyetçilik bu yüzden Osmanlıcılık gibi imparatorluk vatandaşlığı temelinde değil, Türk kültürü temelinde bir milliyetçiliğin savunusuna dönüştü. Bu milliyetçiliğe Orta Asya ve Rusya Türklerinin arasında yayılan (bütün devletsiz toplumlarda olduğu gibi) etnisiteye dayalı ve bütün Türklerin birleşmesini amaçlayan Turancılık da dâhil edildi. Yerleşik bir burjuvazinin ve sağlam bir sanayi birikiminin olmadığı, sürekli savaş halinde bulunan ve çözülme aşamasındaki bir devlette, doğal olarak, milliyetçiliğin başlıca taşıyıcısı asker ve sivil bürokrasi olmuştu.

Cumhuriyet kurulduğunda, Atatürk ve arkadaşlarının elinde Osmanlı’dan kalma bir aydın sınıfı, kasabalı eşrafın elinde cılız bir sermaye birikimi ve milli kimliği olmayan bir halk vardı. Ancak bu halkın 93 Harbi, Balkan Harbi, Çanakkale Muharebesi ve İstiklâl Harbi gibi ortak hatıraları vardı. Koca imparatorluktan 1876’dan 1918’e kadar 40 yılı aşan bir süre içinde insanlar Anadolu’ya göç etmişler ve ortak bir savaşla bağımsızlıklarını koruyabilmişlerdi. Bir milletin “millet aidiyetinin” oluşabilmesi için ortak değerler kadar ortak acıların da olması gerekir. Cumhuriyet’in kuruluşunda bu savaşların hatırası ortak acıları oluştururken ortak değerlerin en önemlisi ise İslâm Dini’ydi. Her ne kadar, bu İslam anlayışı, tarım toplumunun gelenekleri ve taşra tutuculuğunu içerse de, ortak değerler silsilesinin en önemli unsuruydu. Atatürk ve silâh arkadaşlarının elinde, bu anlamda, İslam’ın kapalı ve tutucu bir yorumu etrafında birleşen, çoğu köylerde yerleşik, savaşların ortak acısı ve Büyük Zaferin gururuyla birleşmiş, çoğunluk itibariyle Türkçe konuşan bir halk vardı. Buradan bir millet inşa edilecekti. Ancak önemli bir eksiklik vardı: Bu toplum kapitalist öncesi, yetersiz sermaye birikimi olan ve burjuvazisi olmayan bir toplumdu. Millet nasıl inşa edilecekti?

Batı’da önce sermaye birikimi ve burjuva sınıfının yükselişi, buna bağlı olarak merkezi milli devletlerin kurulması ve sonunda bu milli devletlerin millet inşa süreçleri yaşanmıştı. Bu da, kabaca, 1600-1900 arası 300 senelik bir hikâyeydi. Atatürk ve arkadaşlarının sorunu tam da buradaydı: Hem hızlı sanayileşme ve şehirlileşme sağlanacak hem de millet içinden burjuva sınıfı oluşturulup bir millet inşa edilecekti. Atatürk’ün savunduğu milliyetçilik ancak bugün, aradan yüz yıl geçtikten sonra, insanların anlayabildiği bir milliyetçilikti: Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarından oluşan, milli iradeye dayalı bir yönetimi, laikliği ve bağımsızlığı savunan bir milliyetçilik. Bu anlamda Atatürk’ün düşüncesindeki milliyetçilik, tam da teorinin söylediği, demokrat, laik ve vatandaşlığa dayalı bir milliyetçilikti. Ama belli bir tarihsel gelişim sürecinde kendiliğinden oluşması gereken millet kavramı ve milliyetçilik düşüncesi sermaye birikimi ile eş anlı yapılmak durumundaydı.

Atatürk devrimleri, özü itibariyle, modern bir devleti ve buna dayalı modern bir milleti inşa etme gayesi gütmekteydi. Bunu biraz da cebren yapmak durumundaydı. Ancak tarım toplumunun ekonomi politiği ve kapalı kasaba tutuculuğunun hâkim olduğu bir toplumda, gerekli sanayi üretimi ve sermaye birikimi olmadan, şehirli ve sanayileşmiş bir toplumun yaşam tarzı ve tüketim kalıplarını zorla dayatırsanız bir kültür şokuna da yol açarsınız. Bugün sağ ve milliyetçi partilerin seçmen kitlesini oluşturan insanlar, aslında Cumhuriyet döneminde başlatılan millet inşa etme sürecine, özellikle kendi İslâm anlayış ve yorumlarına ters gelen Atatürk İnkılaplarına, karşı tepkili olan kitlelerin mirasçılarıdır. Bu kitlelerde milliyetçilik ve muhafazakârlık kasaba tutuculuğu ile harmanlamış bir dindarlık, büyük ölçüde abartılmış bir Osmanlı dönemi nostaljisi içerir. Halbuki Osmanlı dönemi sonunda, bugün kendini Türk milliyetçisi ilan eden kitlelerin dedeleri kendilerini Türk olarak tanımlamamaktaydılar. Müslüman olsun Hristiyan olsun bütün azınlıklar kendi etnik aidiyetlerinin bilincindeyken, İmparatorluğun asli unsuru denilen Türkler – bir avuç aydın dışında- kendilerini Müslüman olarak tanımlamakta, en fazla bağlı oldukları aşiretleri veya tarikatları söylemekteydiler. Cumhuriyet yüz yıl içerisinde bir Türklük bilinci yaratmıştır.

İslam öncesi Türk uygarlığına dair bilgimiz Cumhuriyet’le birlikte yerleşmiştir. Anadolu’nun kadim uygarlıkları ve onların bize mirası hakkında bilgimiz Cumhuriyet döneminde gelişmiştir. İslâm’ın temel kaynaklarına vatandaşın serbestçe ulaşması, İslâm uygarlığının temel kültür eserlerine sıradan vatandaşın kendi dilinde okuyabilmesi yine Cumhuriyet sayesinde olmuştur. Hatta iddia ederim ki, Osmanlı tarihinin bilimsel yöntemle incelenmesi, arşivlerin tetkik edilmesi, Yunus Emre’den Hacı Bektaş’a, Ahi Evran’dan Hacı Bayram’a bütün manevi şahsiyetlerin hayatlarına dair bilimsel bilgi yine Cumhuriyet’le mümkün olmuştur. Kayıtlar ortadadır, Osmanlı döneminde Osmanlı tarihi ile ilgili ne kadar çalışma vardır, Cumhuriyet döneminde ne kadar vardır? Yani, söyleyeceğim o ki, bize Türk milleti kimliğini veren, bizi Türk uygarlığının geçmişine dair temel bilgilere ulaştıran Cumhuriyet’tir. Bu anlamda bir millet inşasında Cumhuriyet başarılı olmuştur.

Pekiyi neden Türk sağı -genel olarak- Atatürk Devrimlerine mesafelidir? Yukarıda anlattığım gibi, bir Türk milleti inşası ve buna bağlı olarak bir Türk milliyetçiliği ideolojisi oluşması için yapılan bu devrimler, dayattığı modern yaşam tarzı ve hurafelere dayalı kapalı bir İslam anlayışını reddetmesi sebebiyle toplumun geniş bir kesiminde tepkiyle karşılanmıştır. Çünkü sanayileşme ve şehirlileşme süreci tamamlanmadan yapılan yaşam tarzında bu cebri değişime yönelik devrimler, kapalı kasaba tutuculuğundan sıyrılamamış bu kesimlerin yabancılaşmasına yol açmıştır.

Özal’dan bu yana Cumhuriyet hükümetleri, her ne kadar akademisyenler –ben de dâhil- tarafından sert bir dille eleştirilseler de, sisteme muhalif bu toplulukların Cumhuriyet ideolojisine eklemlenmesine katkıda bulunmuşlardır. Özellikle Erdoğan dönemi, çevrede olup siyasi merkezden uzak kalmış muhafazakâr sağ eğilimli kitleleri sisteme entegre etmiştir. Geçen yazıda bahsettiğim gibi, millet inşası süreci, milleti oluşturan halkın temel değerleri ile çelişmeyen ortak değerlere dayanmalıdır. Atatürk Devrimleri zorunluydu, yapılmasa Türkiye’de ne Türk kimliği ne de Türklük bilinci yerleşebilirdi. Cumhuriyet hükümetleri, zaman içinde bu kesimler ile Devletin kurucu ideolojisini, temel millet tanımını bir araya getirebilmişlerdir. Bugün halâ daha kapalı kasaba tutuculuğuna dayalı, arkaik bir İslâm yorumunu savunan kitleler bulunmaktadır. Önümüzdeki yirmi yılın en önemli problemlerinden biri, bu grupların sisteme entegre edilerek Cumhuriyet’in değerleri ile barıştırılması süreci olacaktır.