"McDonald's nedir? Basit, işlevsel, modüler yiyecekler; parlak renklerle düzenlenmiş ışıltılı mekânlar; bir örnek giysili, genç, neşeli çalışanlar; mama sandalyesine kadar her türlü ayrıntının düşünüldüğü tertemiz âile ortamları... "fast-food"un adı hâline gelmiş bir ticârî marka...
George Ritzer’in “Toplumun McDonaldlaştırılması” (Ayrıntı Yayınları) adlı ünlü eseri günümüz toplum yapısıyla ilgili önemli tespitler yapmaktadır. George Ritzer’in bu kitapta yaptığı tespitler küreselleşmenin gücü ve etkisi arttıkça daha iyi anlaşılmaktadır. Kitabın tanımın metninde şunlar yazmaktadır:
“McDonald’s nedir? Basit, işlevsel, modüler yiyecekler; parlak renklerle düzenlenmiş ışıltılı mekânlar; bir örnek giysili, genç, neşeli çalışanlar; mama sandalyesine kadar her türlü ayrıntının düşünüldüğü tertemiz âile ortamları... “fast-food”un adı hâline gelmiş bir ticârî marka... Amerikalı toplum kuramcısı George Ritzer, bu ilginç çalışmasında, McDonald’s teriminin bunlardan ibâret olmadığını yalın ve çarpıcı bir üslupla gösteriyor bize. McDonald’s, toplama kampı modelinden ilham alarak bütün dünyâyı “akılcılığın demir kafesi” içine hapseden toplumsal, ekonomik, kültürel bir sistemin adı. McDoktorlar’dan McÜniversiteler’e, McGazete ve McEğlence’ye kadar insan yaşamının bütün alanlarını yutmakta olan bir kafes. Toplumun McDonaldlaştırılması kavramının temsil ettiği akılcılaşma süreci, modern yaşamın ihtiyaçlarına hızlı ve etkili yanıtlar sağlayan dört temel unsura dayanır: Verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörülebilirlik ve denetim. Akılcılaşma tüm yaşam alanlarına hâkim olmakla kalmaz, yaşamın öncesine ve sonrasına da el atar: McDoğumlar ve McCenazeler, hep bu elden çıkmadır. Ancak akılcılaşma ister istemez kendi içinde akıldışılığı barındırmaktadır ve bu da insansızlaşmayı, insanlıktan çıkmayı getirir: Standart ebat ve lezzetteki patateslerin ardında korkunç bir çevre tahribatı; parlak renklerle döşenmiş bol ışıklı yemek salonlarının gerisindeki mutfakta muazzam bir emek sömürüsü; ekonomik, pratik, öngörülemezliğin tehlikelerinden uzak âile sofralarında “benliğin sınırlandığı, duyguların denetlendiği, ruhun boyun eğdiği” bir dünya vardır. Yer yer sosyolojik inceleme değil kara ütopya hissi veren Toplumun McDonaldlaştırılması’nda Ritzer, teknolojiyi külliyen dışlamadan, nostaljik duygusallıklara kendini kaptırmadan, modern topluma sağlam bir eleştiri getiriyor. Kötümser ama paniğe kapılmıyor: Bu yoldan dönüş olduğuna inanmasa bile, McDonaldlaştırılmış toplumdan rahatsızlık duyanlar için pratik önlemler sunuyor. Belki de ürünlerin üstüne, yazarın önerdiği gibi bir uyarı yazısı koyarak başlanabilir işe: Dikkat!
Gündelik hayatın “tuzaklarına” düşmek istemeyenlere...
“Gelişmekte olan” ile “Gelişmiş” ülke arasındaki belirsiz sınırda volta atan ülkemiz bu konuda diğer ülkelerden pek de farklı durumda değildir. Küreselleşmeyle birlikte ülkemizdeki her şehir “İstanbullaşırken”, dünyâdaki her ülke de birbirinden farksız, belli başlı şeylerin, yâni markaların, her yerde bulunduğu bir süreç yaşamaktadır.
George Ritzer, bu “farksızlık” durumunu “McDonaldlaştırılma” olarak tanımlamaktadır. Dikkat edilmesi gereken satır arasındaki vurgu ise “McDonaldlaşma” değil “McDonaldlaştırılma” terimidir. Yâni bu süreç “etken” ve “edilgen” iki taraf arasında cereyan etmektedir.
Aydınlanma felsefesinin sihirli kelimesi “akılcılık” perde gerisine geçince sahneye “verimlilik, hesaplanabilirlik, öngörülebilirlik ve denetim” gibi dört kavram çıktı. Bu kavramların dördünde de olumlu bir intiba oluşturuyor. Doğal kaynakların tükenmeye başladığı bir çağda verimliliğe kim karşı çıkabilir? Tasarruf kampanyaların düzenlendiği devirde hesaplanabilirlik kötü olabilir mi? İnsanların yirmi otuz yıllık sürelerle taksitle ev aldığı yıllarda öngörülebilirliğin verdiği güven hissinin yerini ne tutabilir? Ayrıca bunca belirsizlik ve muğlaklık içinde denetim kavramını kim kenara itebilir?
Böyle bakımca toplumun McDonaldlaştırılması, yeme de yanında yat diye anlaşılabilir. Ama işin içinde insan faktörü var. Toplum bu kadar hesaplanabilir, öngörülebilir ve denetlenebilir hâle gelince Hindistan gibi ülkelerde bâriz olduğu bilinen kast sistemi akla geliyor. Çünkü McDonaldlaştırılan toplum o kadar istikrarlı bir hâle geliyor ki, insan bir birey olarak kendi irâdesini, biricikliğini ve yaratıcılığını yaşayamıyor. Bu kısıtlanmışlık da “mandala” denen boyama kitapları ile giderilmeye çalışılıyor.
Tatmin edilmesi zor insanlık
Günümüz insanı sâdece fâre kapanında olan bedâva peyniri, doğuştan sâhip olduğu ve hiç bitmeyecek bir hak olarak görüyor. O kadar ki, ne kadar gelişmiş olursa olsun teknolojik cihazlar “acaba yeni modelinde neler var?” merâkı içinde kullanılıyor. Yeniliği kullanmak, teknolojinin çıkış ve gelişme sebebi olan rahatlık ve konfor için değil, bir sonraki seviye ile boşluk bırakmamak amacını taşır hâldedir.
İnsan kendi kendini tatmin edilmesi ve tatmin olması imkânsız bir canlı hâle getirirken, bunu az da olsa yapmak için herhangi bir çaba harcamıyor. Bunu yapanlar ise toplumu McDonaldlaştıran “etken” sınıf. Ama bu sınıfı oluşturan sayısı birkaç elin parmaklarını geçmiyor ve onlar da ölümsüz değil.
Çiçek Çocukların mirâsı
Günümüzde teknoloji deyince akla ilk gelen kavramlardan biri “Silikon Vâdisi”. Amerika Birleşik Devletleri’nin San Fransisko şehrinin bir bölümünde, Stanford Üniversitesi’nin bilimsel altyapısı üzerine kurulu Silikon Vadisi, aslında tekrârı mümkün olmayan tek seferlik bir başarı hikâyesidir. Tıpkı bâzı zenginlerin kitaplaştırılan ama okuyanların kendi hayatlarında tekrarlamayacağı başarı hikâyeleri gibi. O kadar ki, değil başka bir ülkede, ABD’de bile ikinci bir Silikon Vâdisi kurulamadı. Son günlerde Silikon Vâdisi’nden de iyi haberler gelmiyor; her güzel şey gibi onun da sonunun geldiğini düşünenler bir hayli fazla.
Silikon Vâdisi’nin oluşmasında bilimsel altyapı kadar olmasa da, savaş karşıtlığı olarak başlayan ve sonrasında her türlü dayatmaya karşı çıkan 60’lı yılların sonunda ortaya çıkan Çiçek Çocukları’nın hakkını teslim etmek gerek. O yılların iki kutuplu ve kuralcı dünya görüşüne “Savaşma seviş” sloganıyla karşı çıkıp, kafa açıcı bâzı maddeler kullanan gençlerin olgunluk yaşlarında ortaya koyduğu yaratıcılıktan bahsediyorum. 21. yüzyılın ikinci çeyreğinde ve ikinci yarısında insanlığın ihtiyaç duyacağı yaratıcılık, McDonaldlaştırılan toplum içinde uyuşmuş, her hareketi plânlanmış, ne yapacağı öngörülebilen insanlarından çıkmayacaktır.
Bir tarafında yaratıcılık ve diğer tarafında miskinlik, boş vermişlik bulunan McDonaldlaştırılma bir denge ve istikrar yolu değil, tam anlamıyla bir çıkmaz sokaktır. Bu çıkmaz sokakta yönlerini tersine çevirmek istemeyenler kendi sonlarını getirme konusunda bütün sorumluluğu taşımaktadırlar ve yakın zamanda akmaya başlayacak gözyaşlarına kimse bakmayacaktır.
Diğer taraftaki yaratıcılık ise McDonaldlaşma’ya karşı çıkıp gerekirse – ki gerekmektedir – yalnız kalmayı göze almak demektir. Hangi üniversitenin hangi bölümünde okuyacağı, hangi kitabı okuyacağı, hangi kıyâfeti giyeceği, hangi filmi ve televizyon programını seyredeceği, hangi marka cep telefonunu ne sıklıkla yenileyeceği, kime âşık olacağı, eşine veya sevgilisine hangi gün hangi hediyeyi alacağı başkaları tarafından belirlenen kişiler için McDonaldlaştırılan toplum tarzı, kurbağanın içine atılıp yavaş yavaş ısıtılan su gibidir ve su çoktan ısınmıştır.
1970’lerde ilk semeresini veren yaratıcı neslin torunları bu sıcak suda kasları yumuşamış kurbağadan farksızdır. Ama tüm bu teknolojik imkânları sağlamak için tek bir Silikon Vadisi yeterli olduysa, dünyânın başka bir yerinde, başka becerileri gelişmekte olan başka “çocuklar” McDonaldlaşma’yı al aşağı edecek ve insanlığın kendi istediği yemeği kendisi yapacağı bir dünya kuracaklardır. Barış Manço’nun “Dönence” şarkısında dediklerini unutmayalım:
“Kupkuru bir ağacın dalıyım, yapayalnız. (Ama) Uzaklarda bir yerde bir şeyler kök salıyor”