Yabancı dille eğitim konusunda duyduğum rahatsızlığı bu köşede defâlarca yazdım.
İlk darbe Batılılaşma hevesinin ve kompleksinin devlet belgelerine ulaştığı Tanzimat (1839) ve Islahat (1856) Fermanları ile vuruldu Türkçemize. Genelde azınlıklara ve gayrimüslimlere verilen imtiyazlara yoğunlaşılsa da, dilimiz Fransızca üzerinden Avrupa dillerinin işgaline açılmış oldu. Bu işgâl daha önce Arapça, Farsça, Rumca, Ermenice gibi aynı coğrafyayı paylaştığımız milletlerin dilleriyle olan kelime alışverişinden çok farklıydı. Bu dillerden alınan kelimeler, günlük hayatta karşılaşılan âlet, eşyâ, hayvan isimlenmek ya da fiilleri kullanmak için devşirilerek ve Türkçeleştirilerek alınmıştı. Ama önce Fransızca, sonra da İngilizceden alınan kelimeler, berâberlerinde o âlet, o eşya veya o fiili de getiriyordu. Diğer taraftan bu ilişkide bir alışveriş yoktu sâdece almak vardı; hem de olduğu gibi, devşirmeden, uyum sağlamadan almak ve benimsemek vardı. Yâni bu alışla birlikte yeni bir hayat tarzı alınıyordu.
Sultan II. Mahmud’un (ö. 1839), yaptığı onca yeniliğe ve attığı onca ilerleme adımı görülmeyip, pantolon giydi diye halk arasında “gavur padişah” diye anılmasının üzerinden neredeyse “daha dün” denecek kadar kısa bir süre geçmesine rağmen, oğlu Sultan Abdülmecid’in onun yerine tahta geçer geçmez okunan Tanzimat Fermanı’nda değil Türkçe, hiçbir dil hakkında bir madde yoktu. Ama tıpkı Osmanlı pâdişâhının Topkapı Sarayı’ndan Dolmabahçe Sarayı’na geçmesi gibi, artık bir devir kapanacaktı. Yeni açılan devirde olanlar da, eski ile yeni arasını Peyâmi Safa’nın Fatih-Harbiye romanındaki farklı hayatlardaki gibi hızla açacaktı.
Derken Türkçe kelimeler, üzerinde henüz toplumsal bir mutabakat ya da resmî bir karar bulunmadığı için, Latin harfleriyle ama farklı bir imla ile yazılmaya başladı. Mesela “Cemâleddin” yerine “Djémaleddin”; “Hüseyin” yerine “Hussein”; “Mustafa” yerine “Moustapha”, “paşa” yerine “pascha” yazılır oldu. Zâten Saint-Benoit (1783), Sainte Pulchere (1846), Liceo Italiano (İtalyan Lisesi) (1861), Robert College (1863), Alman Lisesi (1868) Saint-Joseph (1870) gibi okullara gidenler en az bir Avrupa dili öğrenmiş ve iki alfabe ile okuryazar hâle gelmişti. Onlara özenenler de bu dilleri öğreniyor ve Latin alfabesi kullanıyorlardı.
Dil Devrimi
Cumhuriyet’in kuruluşuyla Batı ile olan ilişkiyi fermanlardan ileri götüren Türkiye, giyim-kuşamdan ölçü birimlerine, ölçü birimlerinden hukuk sistemine kadar her konuda Batı ile bütünlenme sürecine girmişti. 1928’deki Harf Devrimi ile Türkçe, Osmanlı Hânedânı’nın Topkapı’dan Dolmabahçe’ye geçmesiyle kıyaslamayacak bir değişimi sürecine girdi. Kütüphânelerdeki milyonlarca Türkçe kitap, “eski harfler”le basılmış olduğu için kullanılamaz hâle geldi. O kadar ki, Nutuk’un 1925 baskısı, Arapça harflerle basıldığı için toplatıldı.
Artık başka dillerden kelime almak yerine, kelimeler uydurulmaya başladı. Amaç tam bağımsız bir Türk devleti gibi, diğer dillerin etkisinden kurtarılmış bir Türk dili idi. Atatürk’ün “ülkesinin yüksek istiklâlini korumasını bilen Türk milleti, dilini de yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmalıdır” sözü, Türkçeleşmiş olmasına rağmen, Türkçe kökenli olmayan kelimelerin atılması olarak anlaşıldı. Arapça ve Farsça kelimeler hedef alındı. Bu yapılan işin garâbeti, İsmet İnönü’nün “Türkçede Arapça kelimeleri ihraç edeceğiz” cümlesinde “Türkçe” hâriç bütün sözcüklerin Arapça olmasıyla ironik bir şekilde ifâde edilmişti.
Harf devrimi sebebiyle okunamaz hâle gelen eski kitapların toslandığı kütüphâneler Türkçeye de mesken oldu. Bu, Prof. Dr. Teoman Duralı’nın ifâdesiyle “kültürel soykırım”dı. Gazetelerde yasaklı ve onların yerine kullanılacak kelimelerin listeleri yayınlandı. “İmkân” yerine “olanak”; “ihtimâl” yerine “olasılık” kelimelerin Türkiye Cumhuriyeti devletinin başbakanı (Bülent Ecevit) tarafından ısrarla kullanılarak kamuoyunun kulakları alıştırılıyordu.
Bu satırların yazarı ve 1984 yılında ilkokuldan mezun olan biri olarak, sınavlarda soruların altına “cevaplar” yerine “yanıtlar” yazmazsak sınav kâğıdının üstüne kocaman bir “sıfır” yazıldığını hatırlıyorum. Doğal yollarla değil de, dilden sökülerek çıkartılan bu kelimelerin yerleri, çekilen diş gibi, boş kaldı. Ama fizik boşluk kabul etmez kuralı gereği, bu boşluğu, sâdece İstanbul’da açık kalan misyoner okullarının dillerindeki kelimeler doldurmaya başladı.
Bunca paslanmadan sonra gol pası, Türkçeyi itibarsızlaştıran yabancı dille eğitimden geldi. Eskiden masrafı Batılı devletler tarafından karşılanan misyoner okullarındaki (onlar için anadil, bizim için) yabancı dille eğitim, masrafı Türkiye Cumhuriyeti devletinin bütçesinden karşılanan okullarda öncelikli hâle geldi. Önce lise daha sonra da üniversitelerde görülen “İngilizce eğitim”, artık Türkçe okuma-yazma bilmeyen okul öncesi yaşlarda olan çocukların anaokullarında bile “altı çizili reklam başlığı” olacak kadar normal hâle geldi.
Bir cisim değil, Türkçe yaklaşıyor
Yabancı dille eğitim konusunda duyduğum rahatsızlığı bu köşede defâlarca yazdım. Ama değişen pek bir şeyin olmadığı görmek umutlarımı kırmaya başlamışken, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 9 Şubat 2021 günü bizzat açıkladığı Millî Uzay Programı sonrasında Türk kamuoyunun gündemi “astronot” kelimesi yerine Türkçe bir kelime bulmaya odaklandı.
Ülke olarak “İstikbâl göklerdedir” sözünü yeni yeni yerine getirmeye başlamışken, gözümüzü uzaya diktiğimizde hiç beklemediğimiz bir şeyi gördük. Bu gördüğümüz, Türkçenin yâni Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmî dili ve bu devletin vatandaşlarının çoğunluğunu anadili olan Türkçe idi. Sanki bütün özel okullarda eğitim dili Türkçeymiş ve üniversitelerin İngilizce eğitim yapan bölümlerinin puanları, Türkçe bölümlere göre daha yüksek değilmiş gibi, herkes “astronot” kelimesine Türkçe karşılık bulma yarışına girdi. Millî Uzay Programı’nda nasıl kulp takacağını şaşıranlar bile, kendi zekâlarını ve espri anlayışlarını yansıtan kelimeler teklif ettiler. Bâzılarının niyeti, hep yaptıkları gibi içinde “millî” geçen bir şeyle dalga geçmek ve onu itibarsızlaştırmaktı. Ama İngilizce hayranlığı konusunda bayrak taşıyanlar bile “Ne gerek var? Astronot zâten dünyâ dili olan İngilizce bir kelime!” demedi. Sosyal medya üzerinden anketler düzenlendi. Bu kelimelerin hangisi tercih edilir ve kullanılır şimdilik belli değil. Bu, biraz da bizim Türkçe ses zevkimizin bizi hangi kelimeye yönlendireceğiyle ilgili bir konudur.
Ama burada çoğumuzun hissetmediği bir gerçek var ki, Türkçe onca hor görülmeye, itibarsızlaştırmaya rağmen, “mekânın sâhibi” olarak en önemli temel taşı olduğu Türk kültürüne geri döndü. Tek bir “astronot” kelimesi için bulmaya çalıştığımız Türkçe kelime, yıllardır Türkçeye yaptığımız haksızlığı bize göstermeye yetti. Ekonomik seviyesi düşük semtlerdeki hastânelerin bile “hospital” olduğu bir dönemde ve zâten kullanılmakta olan TDK sözlüğüne girmiş astronot, astronom, astronomik gibi kelimeler varken, “astronot” kelimesinin yerine Türkçe kelime bulmak için oluşturulan heyecan bile Millî Uzay Programı’nın amacına şimdiden yaklaştığının belki küçük ama en çarpıcı ispâtıdır. Kısacası, alfabeyi değiştirerek kütüphanelere gömdüklerini sandıkları Türkçe, Milli Uzay Programı ile göklerden çıkıp geldi.