Osmanlı'nın son sultanlarından V. Mehmed Reşad yaklaşık on yıllık saltanatında ülkenin önemli kırılma noktalarına şahitlik etmiş bir hayat sürdü.
Son padişah Vahideddin ve 2. Abdülhamid arasına sıkışmış bu saltanat devri, İttihat ve Terakki’nin mutlak iktidarına denk geldiğinden olsa gerek kimsenin pek açmaya hevesli olmadığı bir defterdir. Bu on yıllık defter açılsa öyle pişmanlıklar ve hatalar taşar ki sayfalardan kimsenin yüreğinin kaldırması mümkün değil. Görüşü ne olursa olsun kimsenin. Osmanlı’nın şahsı manevisi şu anda Milli Saraylar’ın bünyesinde temsil ediliyor. Büyük Millet Meclisi’ne bağlı bu kurum, gölgede kalmış padişahların hayatlarını sempozyumlarla ele alıyor. Sultan 2. Abdülhamid ve Sultan 5. Mehmed Reşad bunlar arasında. Kurban Bayramı’nın sakin havasını vesile kılarak, “Meşrutiyet Sarayı’nın Çelebi Padişahı Sultan 5. Mahmed Reşad’ın Hayatı” kitabını okumaya koyuldum. Değerli bir edisyonla özenli konu seçimleriyle bir araya getirilmiş parçalardan oluşan kitap, tarihin aralık kapısından bugüne sızan bilgilerle dolu. Çoğu bilgi ibret almamızı bekliyor. Padişah, yurt gezilerinden birinde Selanik’te dört gün kaldıktan sonra Üsküp’e geçiyor trenle. Sonrasında da Üsküp’ten Priştine’ye… Orada asi Arnavut çete reisleri Padişah’a bağlılıklarını bildiriyorlar. Osmanlıcılık ruhunu diriltmek isteyen Sultan Reşat memnun oluyor ve kaldığı konağın önünde toplanan halka “İşte daima hep böyle kardeş olunuz, ben de babalık vazifemi istisnasız yerine getiririm diyor.” Sonra Cuma günü yüz bin kişiyi aşkın bir kalabalıkla Kosova Ovası’nda Cuma namazı kılar. Namazın ardından Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa tarafından Padişah beyannamesi okunur.
Padişahın Murad Hüdavendigar’ın meşhedinin bulunduğu Kosova’da böyle bir buluşmaya vesile olması başlı başına önem taşıyor. Padişahın sözlerinin ardından Sadrazam neden böyle bir beyannameye ihtiyaç duyulduğunu güzel bir konuşmayla izah ediyor: “Arnavud kardaşlarım! Bugün pek büyük bir gündür. (…) Bu kadar Müslümanı senede bir gün Kabe-i Muazzama’da görürsünüz. İşte bugün Kosova sahrası ikinci bir Arafat oldu.” Konuşma birlik ve beraberliği bozmak isteyenlere fırsat verilmemesini öğütleyerek devam etti. Konuşma güzeldi güzel olmasına ama dinleyen Arnavutlar hiçbir şey anlamamışlardı. Tercüme işinin havale edildiği Manastır ayanı İsmail Hakkı bir kelime bile Arnavutça bilmiyormuş. Gezinin neredeyse altın değerindeki bu anı Arnavutlara aksettirilmeden yaşandı gitti. Oysa İsmail Hakkı Bey’in bu geziye katılma sebebi tercümanlıkmış. İsmail Hakkı Efendi, tercüme yerine ağdalı bir dua ile vaziyeti kurtarmaya çalışmış.
Semboller açısından büyük anlam taşıyan bu gezinin üzerinden yüz yıldan fazla zaman geçti. Geziden sonra, Trablusgarp Harbi, Balkan Harpleri, Cihan Harbi ve İstiklal Harbi başta olmak üzere çok badireler atlatıldı. Meşhed-i Hüdavendigar, Arnavut ve Türk kardeşliğinin simgesi olarak sonsuza dek nöbet tutacak. Ama benim aklıma hala Sadrazam İbrahim Hakkı’nın Manastır ayanı İsmail Hakkı tarafından Arnavutça’ya tercüme edilmeyen konuşmasında. Eğer o konuşma tercüme edilmiş olsaydı, tarihin seyri değişebilir miydi? Sultan’ın beyannamesinde yer alan Kosova’nın ikinci Arafat olduğu benzetmesi Rumeli’nin bizler için ifade ettiği anlamı da bir defa daha gösteriyor.
Yazımı Bulgar kızlarının Üsküp’te Sultan’ı karşılarken söyledikleri marşla bitirmek istiyorum: “Üsküp’e verdin sefa, Sultan Reşad binler yaşa!”