Yaşanmışlıkların, sevinçlerin, üzüntülerin yıllar içinde yüzümüzde ve vücudumuzun diğer bölgelerinde bıraktıkları izlerin botokslarla dolgularla yok etmeye çalıştığımızı çağımızda kinstugi belki fantastik bir sanat olarak gözükebilir.
Klâsik kemençe lüthiyesi Orçun Güneşer kardeşim, yaptığı bir klâsik kemençenin hikâyesini Instagram hesâbında görselleri eşliğinde paylaşana Kinstugi diye bir sanat dalından haberim yoktu. Araştırınca öğrendim ki, Kintsugi, kadim Japon felsefesine dayanan ve kırılan seramik eşyâları tâmir etmek amacı taşıyan bir sanat dalıymış.
Bu sanat dalı adını, Japonya “kin” (altın) ve “tsugi” (birleştirmek) kelimelerinden alıyor. Kırılan serâmik eşyâların parçaları altın katılarak elde edilen bir yapıştırıcı ile birleştirilerek tekrar kullanılır hâle getiriliyor. Aslında bir ihtiyaçtan ortaya çıkan bu zanaat, günümüzde bir sanat dalı olarak kabul ediliyor.
Elbette mistik bir hikâyesi de var. Yüksek rütbeli bir Japon komutanın çok severek kullandığı ve mânevî değeri olan Çin porseleni fincan kırılır. Tâmir edilmesi için Çin’deki ustalara gönderilir ama Japon komutan fincanın tâmir edilmiş hâlini beğenmez. Bunun üzerine Japon seramik ustalarından başka bir çâre bulmasını ister ve bu zanaat, Japon wabisabi felsefesinden de beslenerek kısa sürede yayılıyor. Kusurlu olanı kabul etmek, kucaklamak, onların içindeki güzelliği görmek mânâsına gelen Wabisabi felsefesi de somut bir cisimde yansıyarak yaşamaya devam ediyor.
Amaç, kırılıp tâmir edilen şeyi, yepyeni ve hiç kırılmamış gibi gözükmesi değildir. Bilakis kinstugi sanatı, o kırıkların yaşanmışlıkları yansıtan birer iz olarak değerini göstermek için altın gibi değerli bir mâdenin kullanılması amacını taşır ve yansıtır. Bir başka deyişle, o eşyaya bakışımızın farklı açılardan da güzel ve anlamlı olduğunu göstermektir.
Kusursuzluk mu, kırık mı?
Otomobillerimizi pasta cila ile çiziksiz hâle getiriyoruz. Boyası dayanıklı olsun diye serâmik kaplama yaptırıyoruz. Değişen veya boyanan parçası olan otomobillerin fiyatlarını düşürüyoruz. Suratımızda en ufak bir sivilceye, kızarıklığa tahammül edemeyip makyaj malzemeleriyle kapatıyoruz. Kıyafetlerimizin rengi solmasın diye çevreyi kirleten fabrikalarda üretilen deterjanlar kullanıyoruz. Her şeyin “ilk günkü gibi” (ne demekse) kalmasını, eskimemesini bozulmamasını istiyoruz. Ama bunun eşyanın tabiatına ters olduğunu görmüyoruz, gösterenlere itibar etmiyoruz.
Oysa atalarımızı “göz kusur sever” demişler. CNC tezgâhından işlenen bir mermer parçası değil, mâhir bir taş ustasının binlerce çekiç darbesiyle şekillendirdiği ve “kusurlu” mermerler gözümüze daha güzel gelir.
Yüzümüzün iki tarafı bile birbirine eşit değildir. Fotoğrafımızı çekip sağ-sol olarak döndürdüğümüzde neredeyse kendimizi tanıyamayacak kadar değişiriz. Bunlar sebebi hep gözün “kusur” sevmesi ve “kusurlu” olanın gerçek anlamda daha estetik olmasıdır.
Artık “kusurlu” sevmediğimiz gibi, tâmir ettirme kültürümüz de yok olmak üzere. Eskileri tâmir ve tâdil edip kullanmak yerine “yeni ama eskitilmiş” eşyalara neredeyse servet harcıyoruz. Sökülen yeri dikmek, delinen çorabı yamamak yerine yenisini alıyoruz. Eskiyip yırtılanı atıyoruz ama yüzlerce lira verip özellikle yırtılmış ve tonlarca su kullanılarak eskitilmiş pantolonlar alıp giyiyoruz.
Eşyâya olan bu davranışımız, insanlara ve hayvanlara olan tavrımıza da etki ediyor. Küçükken şirin diye aldığımız kedi veya köpek yavruları, büyüyüp şirinlikleri geçince sokağa bırakıyoruz. İnsanlarla olan ilişkilerimizi bozulduğunda düzeltmek yerine tamamen bitiriyoruz. Eski dostlarımızı, bozuk bir eşya gibi hayâtımızdan çıkartıyoruz ve fakat yeni
tanıştığımız kişilerden onlarca yıllık samimiyet ve dostluk bekliyoruz. Porselen yemek takımında bir parça kırıldığı diye takımı eskiciye verdiğimiz gibi, arkadaşlarımızı ve dostlarımızı en küçük bir hatalarına karşılık olarak hayâtımızdan çıkartıyoruz. Kıyâfetlerden mutfak ve banyomuza, arabamızdan cep telefonumuza kadar hayâtımızda her şey “yeni” olsun isterken, hâtıralarımızı, eski günleri paylaştığımız insanların “kusursuz” ve “hep yeni” olmasını bekliyoruz.
Neredeyse kendimizi bile hastalanmaması gereken bir varlık olarak göreceğiz. Hastalanmayı, yanlış yapmayı, hatâlı davranmayı kendimize yakıştıramıyoruz. Hayâtımızdaki her şey gibi kendimizi de mükemmel ve kusursuz hâle getirmeye çalışıyoruz. Ama bunu nefis terbiyesi, beşerden insan olma süreci, seyr-i sulûk olarak değil, aksine yapay, sahte ve daha da önemlisi imkânsız mükemmellikler peşine düşüyoruz.
Oysa kusurlarımızı birer olgunlaşma şansı ve eskiyen, yaşlanan, kırışan taraflarımızı birer olgunluk işâreti olarak görürsek, o kusur ve kırışıkların arasından aslında altın gibi değerli ve göz alıcı güzelliklerin yansıyacağını da biliriz.
Botoks çağında kinstugi
İnsan kendi kendine kötülük yapıyor ve “yaşının güzelliği”ni yansıtma imkânını kendi elleriyle yok ediyor. İster geçici makyaj, isterse katılıcı botoks veya dolgu ile olsun, “gençmiş gibi” görünüyor. Ama o görüntünün fiziksel ve duygusal karşılığını veremiyor. Ayrıca biricik olma özelliğini yine kendi elleriyle imha ediyor. Sokakta birbirine benzeyen yüzlerce kadın ve erkekle karşılaşıyoruz. Bu gerçek, komedi programlarındaki skeçlere konu olacak kadar yaygınlaştı. Eşlerini estetik merkezine getiren üç dört erkek, çıkışta hangi kadının kendi karısı olduğunu anlamayacak kadar “komik” bir durum ortaya çıkıyor.
Yaşanmışlıkların, sevinçlerin, üzüntülerin yıllar içinde yüzümüzde ve vücudumuzun diğer bölgelerinde bıraktıkları izlerin botokslarla dolgularla yok etmeye çalıştığımızı çağımızda kinstugi belki fantastik bir sanat olarak gözükebilir. Hatta nice insan botokslu hâlleriyle kinstugi atölyelerine katılıp bu sanatı yakından tecrübe edebilir. Dahası, her şeyin Adorno’nun tâbiriyle “endüstrileştiği” kapitalist dönemde, internetten sipariş verip “kinstugi seti” satın alabilir ve sizin için önceden “kırılmış” ve setin bir parçası olarak hazırlanmış seramik bir fincanı yapıştırarak 500 yıl öncesine gittiğinizi bile zannedebilirsiniz.