Okul sıralarında öğretilmişti, Kasr-ı Şirin Anlaşması Türkiye İran sınırını belirleyen sınırdır. Bugün hala bu sınır caridir diye.

Bu pazar günü yazıma İstanbul’un en güzel yerlerinden biri olan Bağdat Köşkü ile başlamak istiyorum. Topkapı Sarayı’nın içinde yer alan bu köşk, küçük yapısına rağmen İstanbul’un güzelliklerini en iyi görebileceğiniz yerdir. İsmini Dördüncü Murat’ın Bağdat Seferi’ndeki başarısından alır. Bağdat Seferi, genç yaşta tahta çıkıp yine genç yaşta hayata gözlerini yuman bir padişahın tarihe yazdırdığı önemli bir sayfa. 11 yaşında tahta geçtiği söyleniyor, öldüğünde ise 28 yaşındaymış.

Okul sıralarında öğretilmişti, Kasr-ı Şirin Anlaşması Türkiye İran sınırını belirleyen sınırdır. Bugün hala bu sınır caridir diye.

Hem doğru hem yanlış. Önce Kasr-ı Şirin’e giden yola bakalım. Hatta önce Kasr-ı Şirin’e uğrayalım. Hüsrev ve Şirin’den geldiği söylenir bu yerleşim biriminin adının. Aklınızda Şirin isimli bir sarayın içinde imzalandığı filan geliyorsa yanlış. Zuhab ovasında imzalanmış. Bu anlaşma ile Osmanlı’nın neredeyse tüm doğu sınırları uzunca bir süre mühürlenmiş. Dördüncü Murat’ın Bağdat seferi sonrasında gerçekleşmiş.

Bunları neden yazıyorum: Sadece Türkiye İran sınırı değil aynı zamanda Irak-İran sınırı da bu anlaşmayla çerçevelenmiş. İran’ın 12 yıllık Irak hakimiyeti bu anlaşmayla sona ermiş.

Günümüze geldiğimizde Kasr-ı Şirin anlaşmasının pek çok açıdan ihlal edildiğini görüyoruz. İran’ın Birinci Dünya Savaşı sonrasında bölünen Osmanlı toprakları üzerine çöreklendiğini de görmemiz mümkün. Sykes-Picot anlaşmasıyla kukla yönetimlere terk edilen Irak ve Suriye topraklarının yönetilemez duruma getirildikten sonra İran’ın oyuna müdahil olduğunu da görüyoruz. Gözümüzü kapatsak da ortada bir Kasr-ı Şirin Anlaşması kalmadı. İran kuvvetleri olanca gücüyle eski Osmanlı topraklarını işgal ediyorlar. Adını doğru koyamadığımız her gelişme bizi çözüme değil çözümsüzlüğe götürüyor. Osmanlı bakiyesi topraklar bugün İran’ın Şii kılıflı emperyal oyunlarının sahası oldu.

Tarihi doğru okumamız ve anlamamız gerekiyor. Bunun için de Dördüncü Murat dönemini çok iyi bilen tarihçilere ihtiyacımız var. Dördüncü Murat denilince aklımıza Hazerfen Ahmet Çelebi geliyor, uyguladığı tütün ve afyon yasağı geliyor ama Bağdat Seferi pek gelmiyor. Doğrusu tuhaf. Padişahlık süresinin neredeyse tamamını Doğu sınırlarımızdaki Şii tehdidine karşı harcayan bu büyük padişaha karşı küçümseme ve öfkeyle dolu güncel popüler yaklaşımların Bağdat fatihi olmasıyla bir ilgisi olabilir mi?

Bugün Batılı güçlerin sunduğu altın tepsinin içinde Bağdat, Şam ve Halep İran’a ikram ediliyor. Şehirlerimizin içinde patlayan bombalarla başımızı dışarı çıkarmamızı istemiyorlar.

Kasr-ı Şirin’in parçalanan maddelerini, Halep’teki işgalini anlayabilmek için Türkiye’nin Türkiye Cumhuriyeti sınırlarından çok daha fazlası olduğunu idrak etmemiz gerekiyor.

Tarih unutmaz. Bir tarihi unutsak da tarih bizi unutmaz. Topkapı Sarayı’ndaki Bağdat Köşkü’nde hatırlatır kendisini, Halep’i ele geçirmeye çalışan Şii çeteleriyle gösterir, Tebriz’de hapishaneleri dolduran Azerilerle gösterir. Ve tarih dalga geçmez, her tecrübenin ardında büyük acılar vardır. Dördüncü Murat’ı Bağdat’a götüren motivasyonu da ona karşı yüzyıllardan bu yana beslenen kini de anlamalıyız.