Kapitalist üretim sistemi eşitsizlik doğuran ve krizleri besleyen bir yapıya sahiptir.
Krizleri anlattığım ilk yazımda, ABD’deki güncel banka başarısızlığına değinmiştim. İkinci yazıda ise krizlerin kapitalizmin doğasında bulunduğundan bahsetmiştim. Bugün kapitalist üretim sisteminin kendisini devam ettirmek isterken kendisini tüketmesinden bahsedeceğim. Sermayenin hangi süreçte reel üretimden finans kesimine kaydığını ele alacak ve bunun sonucunda krizlerin kaçınılmaz hale gelmesinden bahsedeceğim.
Kapitalist üretim sistemi eşitsizlik doğuran ve krizleri besleyen bir yapıya sahiptir. Ancak, her şeye rağmen, kapitalist üretim sisteminin yaşaması için bile bir ahlâka ihtiyaç vardır: Çalışmayı ve üretmeyi bir ibadet kabul eden püriten ahlâk. Bu anlamda kapitalist üretim sisteminin üretimden kopmaması gerekir. Eğer sistem üretimden koparsa, o takdirde, yaşaması için bir gerekçe kalmaz.
ÜRETKEN SEKTÖRLER VE ÜRETKEN OLMAYAN SEKTÖRLER
Sanayi devriminden bu yana gelişen ekonomik yapı bizi her geçen gün daha fazla uzmanlaşmaya ve işbölümüne sevk etmektedir. Şehirli toplumlarda yaşayan bizler sadece belli bir işkolunun çok özel işlerinde uzmanlaşmış bireyler olarak hayatımızın her alanında birçok hizmeti satın alıyoruz. Halbuki, sanayi toplumu öncesinde bugün para karşılığı satın aldığımız hizmetler aile içinde bedelsiz olarak üretilmekteydi. Sermaye birikiminin gerçekleşmesi için hem firmaların hem de bireylerin uzmanlaşması gerekmekteydi. Ancak uzmanlaşma arttıkça toplum içinde sanayi kadar ve hatta daha fazla hizmetler sektörü yükselmeye başladı. Hizmetler sektörü otel ve lokantacılık, eğlence, ulaştırma, haberleşme, sağlık ve eğitimle birlikte finans sektörünü de içerir. Sağlık sektörünü toplumun tamamının refahı ve esenliği için önemli bir hizmet ürettiği ve eğitim sektörünü beşeri sermaye stokunu üreten, yenileyen ve geliştiren sektör olduğu için ayrı tutalım. Diğer hizmet sektörleri doğrudan bir artı değer üretmezler. Bir ekonomide üretimden kaynaklanan gelir artı değer olarak tabir edilir. Artı değer esas olarak tarım, sanayi ve madencilik gibi sektörlerde üretilir. Hizmetler sektörü ise ekonomide üretilen bu artı değerin ekonomide dönmesini sağlar. Tabii ki, artı değer ve gelirin ekonomik döngüye girmesi çok önemlidir, ancak, sanayi, tarım ve madencilik üretimi olmadan hizmetler sektöründe herhangi bir üretim olamaz. Bu yüzden sanayi, tarım ve madencilik üretken sektörler olarak anılırken, hizmetler sektörü üretken olmayan sektör olarak anılır.
ARTI DEĞER ÜRETİMİ VE SERMAYE BİRİKİMİ
Ekonomide üretilen artı değerin bir kısmı ücret olarak dağıtılırken, bir kısmı da kâr olarak firma ve hissedarlara, kira olarak gayrı menkul sahiplerine ve faiz olarak finans sektörüne dağılmaktadır. Doğal olarak artı değer üretilmeden gelir de üretilemez. Gelir olmadan da üretilen mal ve hizmetler satılamaz. Bu anlamda artı değer üretimi kapitalizmin kısa dönemli iktisadi faaliyet döngüsü açısından çok önemlidir. Fakat artı değer aynı zamanda uzun dönemli sermaye birikimi için de hayatidir. “Hocam ne demek istiyorsunuz? Hiçbir şey anlamadık?” Biraz daha açayım:
Bir ekonominin yaşaması demek çarşı pazarda alışverişin olması ve paranın piyasada dönmesi demektir. Bunun için mal ve hizmet üretimi kadar bunları satın alacak olan insanların gelir düzeyleri de önemlidir. Üretim sürecinde kullanılan emek ve sermayenin ürüne kattığı ekstra değer bu gelirlerin de kaynağıdır. Yani artı değer olmazsa gelir, gelir olmazsa da talep olmaz. Öte yandan firmalar geleceğe yönelik olarak daha fazla büyümek gayretindedirler. Tek bir firma için her zaman bunu söyleyemeyiz ama toplamda bir bütün olarak kapitalist sistem büyümek zorundadır. Firmaların sahip oldukları sermayeyi arttırdıkları bu büyüme sürecine “sermaye birikim” süreci adı verilir. Sermaye biriktirmek için yatırıma, yatırım için kârlılığa, kârlılık için de artı değer üretimine ihtiyaç vardır.
KÂR ORANLARINDA DÜŞME EĞİLİMİ YASASI
Bir ekonomide esas artı değeri üretken sektörlerin ürettiğinden bahsetmiştim. Yani sanayi, tarım ve madencilik sektörlerinde üretilen artı değer ekonomide üretilen toplam artı değerin büyük bir kısmını kapsar. Sanayi, madencilik ve tarımda üretilen ürünlerin ekonomide sektörlere nihai mal veya aragirdi olarak dağıtılmasında ulaştırma, otel ve lokantacılık, eğlence ve perakende ticaret sektörleri görev alırken finans sektörü de üretilen üründen elde edilen parasal gelirlerin ekonomiye yeniden aktarılmasını sağlar. Her sektörde sermaye birikimi farklı zaman dilimleri içinde gerçekleşir. Ancak hepsinde ortak özellik şudur: Mevcut alt yapı sermayesi ve teknoloji düzeylerinde fiziki sermaye artışı sermayenin verimliliğini ve kârları düşüren bir etkiye sahiptir. Bu iktisatta azalan verimler yasası olarak bilinir. Yani alt yapı sermayesi ve teknoloji yenilenmesi olmadığı durumda ekonomide her sektörde uzun dönemde “kâr oranlarında düşme eğilimi yasası” geçerlidir. Sonuç olarak firmalar daha fazla sermaye biriktirmek için yatırım yaparlar, yatırım yaptıkça da kâr oranları düşer.
DÜŞEN KÂRLAR VE ARTAN FİNANSALLAŞMA
Kâr oranlarında düşme eğilimi yasası bir paradoksa benzemektedir. Mitolojide “kendi kuyruğunu yiyen yılan” olarak tabir edilen meseli andırmaktadır. Yani kapitalist sistem yaşamak için büyümek, büyümek için sermaye bitirmek, sermaye biriktirmek için de kâr etmek zorundadır. Ancak sermaye birikimi – yeni bir alt yapı yatırımları dalgası veya yeni bir teknoloji paradigması olmadan - kârların düşmesine ve dolayısıyla yatırımların ve birikimin yavaşlamasına yol açmaktadır. Kâr oranlarında düşüş sebebiyle sermaye sahipleri kaynakları yavaş yavaş reel üretimden çekerek finansal sektöre ve gayrımenkul sektörüne aktarır. Bunun sonucunda da üretken sektörlerde üretim ve artı değer düşerken üretken olmayan sektörlerde – özellikle finans ve gayrı menkul sektöründe – kârlar artmaya başlar. Lakin bu çelişkili bir durumdur. Başta da belirttiğimiz gibi tarım, madencilik ve sanayi de üretim olmadan hizmetler sektöründe üretim olamaz. Bu aslında gerçek bir kaynağı olmadan hizmetler sektöründe fiktif ve hayali kârların şişmesi anlamına gelir. Ekonomi kocaman bir balona dönüşür.
AŞIRI FİNANSALLAŞMA VE KRİZ
Dünya tarihinde görülmüş bütün büyük krizler öncesinde reel sektörde kârlar düşerken finansal sektörde kârlar ve gayrımenkul sektöründe rantlar pupa yelken artmaya başlamıştır. On yedinci yüzyılda Hollanda merkezle Lale Çılgınlığı, on dokuzuncu yüzyılda Güney Denizi Balonu ve Missouri Balonları, ABD’deki demir yolu şirketlerinin hisselerindeki balon bunlara örnektir. Yirminci yüzyılda Gürleyen Yirmiler (Roaring Twenties) 1920’li yıllarda sermayenin reel sektörden finansal sektöre akması ile başlayan bir süreçtir ve hızla edinilen finansal servetler ve lüks tüketimdeki artış ile hatırlanır. Sonucu 1929 yılında patlayan ve 1936’ya kadar devam eden Büyük Buhran olmuştur. Büyük Buhran kadar yıkıcı olmasa da benzeri bir durum – farklı şekillerde 1970’lerin petrol krizleri ve 2008 Küresel Finans Krizinde de görülmüştür. Sebep aynıdır: Reel üretimde artı değer üretimi yavaşlar, kârlar gitgide daha az oranda realize edilirken, finans ve gayrımenkul sektörlerinde çılgın bir kâr artışı oluşur. Yeni zenginler türer. Kolay kazanılan para lüks tüketimi patlatır. Ancak bu küçük bir azınlık için geçerlidir. Halkın çoğunluğunu oluşturan emekçilerin, küçük üreticilerin hem gelirleri hem de servetleri düşer. Yani ekonomi içi hava dolu bir balona dönüşmüştür. Balonun patlaması için bir iğne ucu yeter.
Kapalı ekonomilerde bu süreç daha çabuk işleyebilir. Açık ekonomide ise üretim açığı bir müddet daha devam eder. Üretim açığı ithalatla, ithalat da dış borçla karşılanır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde – eğer doğal kaynak ihracatçısı değillerse - balonun patlaması hemen hemen her zaman dış borçta hızlı bir artış ve akabinde bir döviz krizi ile tetiklenir. Türkiye’nin tecrübe ettiği krizlerin hemen hemen hepsi bu ana yolu takip eder.
DERİ YENİLEYEN YILAN VE MARX’IN SÖYLEDİĞİ
Kapitalist sistem, bu yüzden, kendi kuyruğunu yiyen yılan misali yaşamak için kendini yemek zorundadır. Bu sabit bir kısır döngü müdür? Eğer yeni alt yapı yatırımları ve yeni teknoloji gelişimi olmazsa, evet, öyledir. Ancak kapitalist sistem kendi iç dinamikleriyle yeni alt yapı yatırımlarını başlatan ve yeni teknoloji paradigmalarını geliştiren bir özelliğe de sahiptir. Her yeni alt yapı yatırımı dalgasında (18-25 yıl aralıklarla gerçekleşir) ve her yeni teknoloji paradigması oluşturulduğunda (45-60 yıl aralıklarla) kapitalist sistem yeni bir sermaye birikimi süreci başlatır. Bunun için de krizlerde safraları atar. Burada safradan kasıt iflas eden firmalar ve işsiz kalan milyonlardır. Ancak sonuç itibariyle iflas eden firmalar ve düşen fiziki sermaye birikimi kârların yeniden yükselmesine yol açar. Tekrar ekonomide kaynaklar finansal kesimden reel sektöre akmaya başlar. Bu anlamda kapitalizm “kendi kuyruğunu yiyen yılana” değil, krizlerde “deri değiştiren yılana” benzer.
Marx’ın anlattığı da buydu: Teknoloji ve alt yapı değişimi olmadan kapitalizm “kuyruğunu yiyen yılana” benzer. Ancak Marx bütün söyleyeceklerini bitirmeden öbür tarafa göçmüştü. Marksistler bu yüzden her daim yılanın kendi kendini yemesini bekler. Ancak Schumpeter’in gösterdiği gibi yılan kendi kendini yememekte ancak deri değiştirmektedir.
Bugün ne oluyor? Yılan deri mi değiştiriyor? Bu değişim ne zaman ve nasıl gerçekleşecek? Bunlar da gelecek hafta Pazartesi yazısına kalsın…