Cumhurbaşkanlığı seçiminin nihai sonucu için elbette 28 Mayıs yani ikinci tur beklenecek ancak parlamento sonuçları ile beraber okunduğunda 14 Mayıs cumhurbaşkanlığı seçim sonuçları bizler için analiz yapmaya yetecek düzeyde bir çıktı üretti.
14 Mayıs seçimleri geride kaldı, Türkiye’de parlamentonun yapısı -bu yazı yazılırken itiraz süreçleri devam etse bile- büyük oranda belli oldu. Cumhurbaşkanlığı seçiminin nihai sonucu için elbette 28 Mayıs yani ikinci tur beklenecek ancak parlamento sonuçları ile beraber okunduğunda 14 Mayıs cumhurbaşkanlığı seçim sonuçları bizler için analiz yapmaya yetecek düzeyde bir çıktı üretti. Bizim açımızdan analiz değeri taşıyan nokta tabi ki Türkiye’deki seçimler ile dış politika bağlantısı yani Mayıs 2023 seçimleri Türkiye dış politikası için nasıl bir çerçeve belirliyor sorusuna cevap vermeye çalışmak.
Kamuoyu- Dış Politika bağlantısı
Dış politika ve seçmen tercihleri arasındaki ilişki her zaman netameli bir konu olmuştur. Türkiye’deki seçimlerden bağımsız olarak konuya genel olarak bakacak olursak öncelikle sıradan vatandaşın dış politika yapım süreci ve dünyada olanlar konusunda tam bir bilgiye ve ilgiye sahip olması beklenemez. Bu nedenle seçmen tercihlerini dış politikanın dışında günlük hayatı daha yakından ilgilendiren meselelerin birincil olarak etkilemesi beklenir. Ancak, dış politikayı tamamen görünmez elitlerin dizayn ettiği ve halka hiç dokunmayan mistik bir alan olarak düşünmek de doğru değil. Bir kere küreselleşmiş liberal dünyanın bir parçası olarak liberal dünyanın içinden geçtiği kriz dönemi sıradan vatandaşı ülkesinin dış politika tercihlerinden bağımsız olarak bu kriz, krize duhul olanlar ve krizin sonuçları konusunda hassas hale getiriyor, düşünmeye ve tercih oluşturmaya itiyor. Dolayısıyla dış politika ile ilgili bilgi açığını kapatacak, tercih oluşturabileceği şekilde yorum yapmasını sağlayacak kısa yollara vatandaş daha çok başvuruyor. Kamuoyu ve dış politikaya etkisi üzerinde yazıp çizenler sıradan vatandaşın dünya ahvalini anlamak için iki kısa yol kullandığı üzerinde dururlar. Bu iki kısa yol 14 Mayıs seçim sonuçlarını anlamak adına çıkış noktamız olabilir.
Yeni Milliyetçilik
İlk kısa yol, ideoloji ya da -izmlerin etkisi olarak nitelendirilen araçlar. Sorun şu ki Soğuk Savaş sonrası dönemde ideolojiler elbette yok olmadı ama küresel mücadelenin artık bir parçası değiller. Demokrasi-Otokrasi ikiliği üzerinden yeni küresel mücadeleye biçilmeye çalışılan kıyafet de yarım yamalak, bir hilkat garibesi biçiminde. Zira bu kıyafeti biçmeye çalışan en önemli terzi, ABD- ve üç temel amacı var. İçeride Trump-vari bir popülizmin tekrar iktidara gelmesini önlemek. Dışarıda Rusya ve Çin’i yalnızlaştırmak ve eğer güçlü bir “kimlik” tanımı oluşturabilirse ABD’yi körü körüne takip etmemekte direnenleri hizaya sokabileceği ideolojik bir sopa yaratmak. Bu amaçlara baktığımızda özelde ABD, genelde Batı’nın oluşturmaya çalıştığı demokrasi algısının son derece ben-merkezci, dışlayıcı ve aynı zamanda Rusya ve Çin dışındakileri ikna edebilecek kadar esnek olduğunu görüyoruz, kısaca bir çelişkiler yumağı. Tüm bu çelişkiler içerisinde ideal demokrat için tasarlanan elbisenin yakası-paçası yer değiştiriyor. Dolayısıyla liberal düzen krizdeyken, Avrupa’da, Ortadoğu’da ve Dünya’nın pek çok yerinde yerel-bölgesel krizler küresel krize eşlik ederken kimse, bu yakası-paçası birbirine girmiş elbiseden medet ummuyor, nitekim sonuçta milliyetçi tepki yükseliyor.
Milliyetçilik sadece yükselmiyor, biçim de değiştiriyor. Kimileri buna tepkisel milliyetçilik, kimileri yeni milliyetçilik diyor. Tepkisel, zira küresel liberal düzeni iyileştirmesi ve savunması gerekenler kötü terzilik içerisinde meseleyi Rusya-Çin’e karşı güvenliğin maksimize edilmesine, bu aktörlerin de cezalandırılmasına indirgemiş durumdalar- ki kollektif güvenlik bile layığıyla yerine getirilebiliyor mu kuşkuluyuz. Bu ortamda insanlar yerelden bir şeyler söylemek, küresel düzenden beklentilerini seslendirmek istiyorlar. Yeni, zira eski milliyetçilikte olduğu gibi çok katı bir kimlik siyasetinden ziyade Prof. Dr. Nurşin A. Güney’in deyimi ile “ülkenin bekası, iyiliği, tehditlere karşı birliği gibi daha kapsayıcı, bütünleştirici” bir söyleme dayanıyor. Bu çerçeveden bakıldığında 14 Mayıs seçimleri sonuçlarına göre seçmenin milliyetçi-muhafazakâr yönelimli partiler ve adaylar arasında dış politika tercihleri açısından, örneğin mülteciler konusunda, farklılıklar dahi olsa bir tercihi cezalandırıp, diğerini ödüllendirmekten ziyade bu yeni tepkisel milliyetçiliğe desteğini gösterdiğini söyleyebiliriz.
Stratejik Otonomi fikri seçmende karşılığını buldu
Bu noktada Cumhur İttifakı’nın mecliste çoğunluğu sağlamasından da yola çıkarak şunu ekleyebiliriz: İttifak’ın Büyük Türkiye ya da Türkiye’nin Yüzyılı sloganlarında anlatmak istediği dış politika tercihi, Türkiye’nin bir aktör olarak stratejik otonomisini güçlendirerek bölgesel istikrara hizmet edeceği fikri seçmen tarafından yeni milliyetçiliğin bir yansıması olarak algılanmış. Avrupa ve Ortadoğu çeşitli krizlerden geçerken, bu krizlerin “nasıl krizler olduğu”, “kimin müsebbip olduğu”, “nasıl çıkılacağı ile ilgili” sorulara sokaktaki insan stratejik otonomi, yani Türkiye’nin stratejik bağımsızlığı fikri ve bu fikri destekleyen kritik sektörlerdeki (savunma sanayi, enerji başta olmak üzere) olumlu gelişmeler üzerinden cevap vermiş, bu yolda da herhangi bir istikrarsızlığa tahammülü olmadığını oluşturduğu meclis aritmetiği üzerinden göstermiş. Jeopolitik krizlerin ve bu krizlere nasıl cevap verileceği ile ilgili beklentinin muhalefetin ortaya koyduğu kültürel varoluş krizinden daha çok alıcı bulduğu görülüyor. Muhalefet, kültür krizini gerçek bir varoluş krizi haline getirdi ama bunu herkesi kucaklayıcı bir tonda mı yoksa eğitimsel-sınıfsal-köksel dışlayıcı bir tonda mı kamuoyuna sunacak bir türlü karar veremedi, 14 Mayıs öncesi-sonrasında birleştiricilik-ötekileştiricilik arasında çok hızlı geçişler oldu. Gerçi ben, esas meselenin üsluptan ziyade esas olduğunu düşünüyorum. Türkiye’nin stratejik bağımsızlığı üzerinden -yani aslında bu ülkenin kurucu stratejik kültürü üzerinden oluşturulan söylem- daha bütünleştirici olması yanında sıradan insanı ülkenin, ülke ruhunun koruyucusu yaparak yerelden, aşağıdan bir şeyler söyleyebilme şansını sokaktaki insana verdi. Bunun sandıkta bir karşılığının olduğu görülüyor.
Dış politika referandumu mu?
İkinci kısa yol, sonuçlarla ilgilidir. Dış politika sadece karar alımı ve uygulanması ile sınırlı değildir, her dış politika eylemi bir sonuç da üretir. Kamuoyu, özellikle orta ve uzun vadede, dış politika tercihine götüren ilkeler ve durumlardan çok sonuçla ilgilenir. Üstelik kayıplara kazançlardan daha hassastır, yani kayıp algılıyorsa statükonun değişimi ile ilgili daha rahat adım atar. Türkiye’deki seçimlerde şöyle bir tablo ortaya çıkıyor. Genellikle muhalefet, kimi zaman iktidar seçimleri alternatif programların tercih edileceği bir durumdan, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın politikalarının onaylanacağı ya da reddedileceği bir referandum ortamına taşıyor. Farklı dış politika krizleriyle sınanan 21 yıllık AKP iktidarı, muhalefetin bu seçimi de Sayın Erdoğan’ın dış politikası konusunda bir referandum olarak sunmasını kolaylaştırdı. Eğer kayıp ve kazancın belirlenmesinde referans alınacak nokta konusunda muhalefet farklı bir tercih yapsaydı iktidarın yıpranma payını da düşünürsek bu tür “aslında bu bir referandum söylemi” belki muhalefetin elinde bu kadar ters tepmezdi. Muhalif dış politika eliti, kayıp-kazanç noktasını Türkiye-Batı ilişkilerine dayandırdı. İktidarda bir değişim olduğu takdirde Türkiye-Batı ilişkilerinin düzeleceği vurgusunun temel kaynağı bu referans noktası aslında. Bu çerçevede hemen dikkati çeken birkaç soru ortaya çıkıyor.
Neden ters tepti?
İlki, dünyanın bugünkü ahvali ve bu ahval içinde Türkiye’nin gücü, güvenliği, refahı meselesi sadece Türkiye-Batı ilişkileri eksenine indirgenemeyecek kadar karmaşık. Elbette bu karmaşanın her bir düğümünü kamuoyunun anlamasını bekleyemeyiz ama Batılı aktörlerin dahi “Erdoğan aracılığı ile iki ay daha uzatılan Karadeniz Tahıl Koridoru Anlaşmasına” teşekkür ettiği bir dönemde kamuoyunun her şeyi Türkiye-Batı ilişkisi ekseninde okuyamadığımız algısına ulaşması yeterli. İkinci olarak, Türk dış politikasında “Batı Sorunu” çok çok eski bir sorun, kimi zaman Batılılaşma, kimi zaman kalkınma kaygısı ile el ele yürüyor, ancak Batılılaşma ve kalkınma-ilerleme her zaman el ele yürümüyor. Türk siyasal hayatında, felsefesinde, edebiyatında bu kadar kökleşmiş bir meseleyi üstelik homojen Batı algısı çeşitli nedenlerle “error” verirken Türkiye-Batı ilişkilerinin iyileşmesi basitliğine indirgemek (Eurovizyon, vize alabilme, Miami’de-Milano’da alışveriş yapabilme basitliğine hiç girmiyorum) kamuoyunun kayıp-kazanç değerlendirmesinde çok bir karşılık bulmayabilir. Üçüncüsü, Türkiye-Batı, özellikle Türkiye-AB ilişkileri açısından olumlu gündem oluşturmaya referans yapılırken AKP’nin ilk dönemi yani Annan Referandumu, AB’nin büyük genişlemede KKTC ve Türkiye’yi dışladığı döneme kadar geçen süre de bir referans noktası oluyor. Üstelik bu referans noktası hatırlandığında, olumlu gündemin özellikle Doğu Akdeniz’de neden bittiği de (AB’nin dışlayıcılığı, ABD’nin umursamazlığı ve Batı politikaları sonucu çöken devletlerin, devletlerin çökmesi sonucu terörün ciddi bir tehdit haline gelişi) hatırlanıyor. Bu da bizi son noktaya getiriyor, kamuoyu bu referans noktasında kazanç ve kaybı muhalefetin istediği düzlükte ve netlikte hesaplamıyor. Stratejik özerklik doğrultusunda atılan adımları (Türkiye’nin güç aktarım kapasitesini, sınır ötesi operasyon kapasitesini, diplomatik açıdan uzak komşularla kurulan ilişkileri) ve dengeli dış politikayı hatta Erdoğan ve dış politika ekibinin dengenin dengeleyicisi olma iddiasını bir kazanç olarak nitelendiriyor, bunun da değişmesini istemiyor.