Edebiyat tarihimizde tahliller yapmamızı, derinleşmemizi sağlayan kalemler vardır.

Edebiyat tarihimizde tahliller yapmamızı, derinleşmemizi sağlayan kalemler vardır. Bunlar kimi zaman romancılar, kimi zaman araştırmacılar ve kimi zaman da edebiyatın alanlarında kalem erbaplarıdır. Bunlardan Ahmet Hamdi Tanpınar, Nurettin Topçu, Necip Fazıl, Peyamı Safa, Ahmet Kabaklı, Mehmet Kaplan, Cemil Meriç, Sezai Karakoç, Nuri Pakdil dikkatlerimizi çeker.

Mehmet Kaplan hocayı edebiyat araştırmaları, hikâye ve şiir tahlilleri nedeniyle severim. Dili de tarzı da üslubu da güzeldir. Hocalara hocalık yapmıştır. Eleştiri bizde biraz da Mehmet Kaplan’la sürmüştür.

İçimizi derinleştirebilirsek nehirler gibi, denizler gibi oraya gönlümüzün iksirinden damlatabilirsek eğer, kuşkunuz olmasın ki şiir de yazı da mühimleşir. Yazar tek başına bir şey yazmaz, yazamaz. Birlikte şekillendirdiği dünyada bir bildik unsur, bir bildik şualar zerk eder ki okuyucuyla arasında bir bilişme ve buluşma gerçekleşmiş olsun. Kaplan hocayı farklı kılan okumayı ciddiye almış olmasıyla birlikte ürettiği malzemeye eş değer üreticileri de gündemde tutuyor olmasındadır. Kendisi yalnız başına bir şey olmadığını, birlikte bir bütünü oluşturabileceğini biliyor olmasındadır.

Kalemimizdeki mürekkebi nereden aldığımız önemlidir. Onu nasıl kullandığımız, kelimeleri nasıl devşirdiğimiz, seçtiğimiz önemlidir. Hafızanın fırınında ve yüreğin ateşinde beslenmelidir kelimeler. İnsana ait ilimlerin insan için var olduğunda kuşkumuz yoktur. Her bir ilim, her bir sanat insan için doğmuş ve doğmaktadır.

Bunlar insanın özel olmasından, seçilmiş olmasından dahası melekler üstü ve şeytandan aşağı kata ulaşabilecek bir özelliğe sahip olmasındandır. Sosyoloji de, psikoloji de, toplumbilimleri de, felsefe de bu nedenle vardır. Din insanın daha da seçkin ve seçilmiş olduğunu idrak edebilmemiz için gönderilmiştir.

Kelimelerin emanetini insan bilir. Kelime bize bir emanettir. Her sözcüğün, emin bir anlamla mücehhezliğini insan bilir. Kelime, Kelam sıfatı nedeniyle vardır ve kutsaldır. “Melekler yeryüzünde bir bozguncu mu yaratacaksın” ifadesine karşın yaratıcının “benim bildiğimi siz bilemezsiniz” ifadesiyle aşkın yaratılışı arasında bir köprü kurmayı da icap eder. Aşk, yaratıcının insana sunduğu bilinmez sırrının keşfidir. Bilinmek isteği aşkı doğuruyor.

Sorumludur insan her eyleminden. Nuri Pakdil “Edebiyat Kulesi”nde: "Susmak da konuşmak kadar önemlidir bazen” diyor. Edebiyatçının varlığı toplumun diri olan ruhuna işaret eder. Kadim medeniyet birikimi bizimde kadimleşmemizi öğütler bütün geçmişin okumalarında. Kırk yıldır söz orucu tuttuğunu söylerken Fethi Gemuhluoğlu her birimize emanet olan “ya hayır söyle ya da sus” emrini hatırlatıyor olmalıydı.

Cahit Zarifoğlu, Maraş 1958 Güncesini “Yaşamak”ta şiire şöyle süzülür;

“Dağ köyünde kör bağırsak sancısa

Konur karnının ağrıyan yanına

Alev gibi tuğlalar.

Bir kalbiniz vardır onu tanıyınız

Bir şehir kadar kalabalıktır bazıları

Bir dehliz kadar karanlıktır bazıları

Konuşurlar

İsterler

Susarlar

Dinlememişseniz nice yıl kalbinizi

Ev meslek iş para geçim diyerek

Düşünün şimdi bir de

Şehirlerde kasaba ve köylerde

Başını eğmiş kalbiyle söyleşen bir kişi olduğunuzu”.

Zarifoğlu, yazılarında ve şiirlerinde tabii ve doğal olmaya özen göstermiş bir kalemdir. Şiirindeki doğallık birazda kendisindeki var olanı bilmesinden de kaynaklanır. Kendisini tanıyan bir şairdir. Bu nedenle kullandığı kelimeler ve mısralar birazda artistik bir hal alır bu okuyucunun ve kuşağının hoşuna gider. Aslında bu hoşuna gitmeyle birlikte yaşıtlarından da ayrılır söylemleriyle ve mısralarıyla. Doğaldır ama sıra dışı bir üslubu benimsemiştir. Doğaldır, tabiidir lakin yaratılışına tabi olarak artistliği göz ardı etmez çünkü artistlik dikkat çekicidir ve sevimli hale gelmektedir. Bunu savunduklarının algılanması, kavranılması açısından, inançlarının dikkate alınması ve hatta verdiği kavganın idrak edilmesinde kullanır. Bu bir bilinç ve idrak kesbidir.

İnsan bilge biriyle otururken de, konuşurken de uslanıyor. Derlerdi “âlimin yanında dilini, arifin yanında kalbini tut” bunu şimdilerde daha iyi anladığımı söylemeliyim. Sükût halinde olmak demek haksızlıklara karşı susmak değildir. Kelimeleri yerinde ve zamanın da kullanılması gerektiği gibi kullanmaktır.

Betimlemek düşün içinde olmayı da getirir. Belki günler belki de aylarca beklersiniz içinizde duymanız gereken ses için. İçinize düşecek olan sesin gelişmesi için de zuhuratlara ihtiyaç vardır. Zuhurat halinde olmak demek hayatın idrakinde olmak demektir.

An ve zaman iç içedir. Anın yaşanması ana bırakılmıştır. An geçince kaçırırsınız. Renklerinde, seslerinde, ritimlerinde ve hatta kelimeler halinde yüreğinize düşen şiirlerinde böyle bir akışı söz konusudur. Akış pınara benzer. Bir avuç pınar suyundan içmek kimi zaman bir ömre bedel hamd etmeyi gerektirir. Böylesine toprağına bağlı, iklimine bağlı ve böylesine geçmişin muhabbetlerinden, sancılarından payını alırken bir vefa duygusunu hissederek geriye temas etmek aynada kendisini görmektir. “Bütün giysileri yırtsak yeridir. Yeter bize vefa elbiseleri” diye söyler Akif İnan.

Çocukluk yıllarımızı ömrümüzce saklarız çünkü en sahici olanlardır. Orada bulunan her öykü bizi besleyerek, hayata tutunmamızı sağlar. Çocukluk yıllarımız dünümüzün en mutlu, en hüzünlü yıllarını da barındırır. Kayıtlarda bulunan sahicilik leke götürmez. Sonra ki yıllarda hayat fululaşma gösterir nedense.

Resme olan tutku önemlidir. Yaşadığımız her an resimdir. Sanatla olan teması gösterir. Yeteneklerin birer vergi olduğunu da göz ardı edemeyiz. Resim, görme ve gördüğünü içinde besleyerek yeni bir eser ortaya koyma kabiliyetidir.

Her geçen zaman bize yeni şeyler öğretirken iç kazanımızda kaynayarak yenileniyor. Necip Fazıl’ın benzetmeleri eserlerinde sıklıkla göze çarpar. Bir yerde şöyle söyler; “beynim bir cephane deposu gibi patlamada şimdi”. Anılarla muhabbete daldığımızda bunu sıklıkla görürüz ki yazarlığın belki de en tutku verici yönlerinden birisi de geçmişi ihmal etmeden yaşanılanlarla mezcedebilme sanatıdır.

Vergiler (kabiliyetler), durup dururken verilmemiştir. Cemiyetin dengesini, insanların ihtiyacını karşılayacak şekilde verilmiştir. Kişide bulunan bir kabiliyet diğerlerinde nadiren varsa bu insanlığa hizmet anlamı taşır.

“Yazmak soylu bir erdemdir" diyor ya bir er kişi, Descartes “düşünüyorum öyleyse varım”, Aristoteles’e göre insanı hayvandan ayıran şeyin “düşünce” olduğunda şüphemiz yoktur. Kant’ta ise “düşünmek yargılamaktır”. Locke, “düşünmeyi ruhun kendi üstüne yönelerek kendi işlemleri hakkında bilgi edinmesi” olarak görür. Bunlarda bize gösterir ki düşünmek tefekkürün kapılarını açmakla kalmaz tezekküre de yollar aralar.

Sezai Karakoç Üstadımın “Edebiyat Yazıları”nı okudun mu? Okudunsa bir daha oku, daha dikkatlice, üç kitaptan oluşuyor. Sonra "Kiegard' ve Heidger" kitapları devreye girsin. Unutmadan söylemeliyim büyük Rus yazarı Dostoyevski’nin “Karamozof Kardeşler”ini bitirmişsindir başucudur oda. Beş kez okumadan yazarlığa başlamak topal kalmaktır. Bunu Nuri Pakdil ustamdan öğrendim. Aslında ne çok böyle eserler var demek istiyorum ama olmuyor. Sayıları çok az. Yine de insanlığın aydınlatıcı, yol açıcı, kalem erbapları yararlansın diye gönderilmişler. “Bu Ülke”yi yazmak için gönderdi Tanrı beni diyordu Cemil Meriç ustamız.

Başından itibaren söylemeye çalıştığımız husus yazarın beslendiği ana damar ile atar damarın hem içinde hem de yaşadığı kültürde var olduğudur. Bunu iyi gören, iyi gözlemleyen, iyi ve doğru tahlillerle telmihlere taşıyan özgünleşerek eserlerini ortaya koyar. Ayrımını yapmadan oluşturduğumuz kültür soframız insanlığında ortak sofrasıdır. Bunun kıymetini bilerek ihmal etmeden faydalanmayı bilmek bize kalıyor. Hayatta israfa asla yer yoktur. Hiçbir değer, kolay doğmaz ve kolay kaybolmaz. Yeter ki siz bir değer olmayı önemseyin.

İsimlerinden bahsettiğimiz Türk edebiyatının önemli kalemlerini rahmet, minnet ve şükranla yad ediyorum. Ömrünü Türk tefekkür dünyasının "diriliş"ine adayan Sezai Karakoç'u, Mustafa Yazgan’ı, Yılmaz Yalçıner'i, Şule Yüksel Şenler’i ve Rasim Özdenören’i de rahmetle anıyorum.

www.recepgarip.com