Küçük savaştan büyük savaşa gidiyoruz denilmişti de sahabe-i kiram cephedeki düşmanla kılıç kılıca, göğüs göğüse savaştan daha büyüğü mü var diye Efendimiz (as)’a sormuşlardı.
Buyurdular ki, “İnsanın nefsiyle yaptığı cihad-mücadele en büyüğüdür” denilmişti. Hayatı kavradığımızdan bugüne beraber olduklarımızla, aynı havadan, aynı sudan, aynı geleneklerden, aynı inançlardan ve aynı dili konuşmak suretiyle kendimizi, çevremizi ve birbirimizi besliyoruz. Dilin ifade etme özgünlüğü, ikna etme kabiliyeti ve herhangi bir konuyu karşı tarafa aktarma çabası kuşkusuz oldukça kıymetlidir.
Yaşadığımız cemiyet, ötelerin ötesinden sürüp gelen hikmetlerle ve bilgelerle doludur. Aynı çağda, aynı asırda ve aynı dönemde birlikte yaşama, aynı şehri paylaşma ve aynı semtte birlikte beslenme kıymet biçilemez değerdedir. Öyle şahsiyetler vardır ki, onlarla birlikte olmak insan hayatını belirginleştirir, anlamlı hale dönüştürür. Başıboşluktan kurtulmaya neden olur. Sorumluluk hissi öne çıkar. Böylesi beraberliklerin kazandırdığı kıymeti maddi bir bedelle ölçemezsiniz. Ömrünüzün en belirgin yıllarını birlikte geçirdiğiniz şahsiyetlerle birbirlerini beslemek ve büyütmek herkese nasip olmaz. Necip Fazıl’la, Cemil Meriç’le, Sezai Karakoç’la, Ahmet Kabaklı’yla, Nuri Pakdil’le, Kadir Mısıroğlu’yla, Mehmet Şevket Eygi ile birlikte aynı şehirde, aynı mahallede, aynı ilçede yaşıyor olmak büyük bir ikramdır. Bazen düşünüyorum; Çocukluk ve ilk gençlik çağımızda yaşadığımız semtte, sokakta ve mahallede evlerinin önünden geçip gittiğimiz ve hemen sokağın başındaki Bakkal Ali Emmiden, karşı bakkal İbrahim amcadan, yan taraftaki berberden ve bir ileride ki terzi Mehmet Çelik Ağabeyden neler kaldı? Sağdaki İstanbul Eczanesinden, Dr. Fatma Şahin’den, Foto Şinasi’den, Diş Doktor Lutfi Ağabeyden ve Dişçi Kenan’dan ne kaldı bize? Nasıf Ali’nin Kahvesi, Fırıncı, Motosiklet tamircisi Mustafa, Gazeteci, kırtasiyeci vs. her birisinin kuşkusuz sayısız dokunuşları söz konusudur. İnsan, beraber yaşadığı iklimle besleniyor. Sinan Paşa Mahallesi, Kışla Caddesi, Yavuzlar ve Orhan Kelam Bulvarı az şey söylemiyor.
Bir vakitler Paktaş Fabrikası vardı. Kocaman bir fabrika alanın şimdi belediye binası ve sekiz on katlı bloklarla donatılarak semt sakinleri oturuyorlar. İnsanlar yaşarken hayal kuruyor ve yaşarken hatıralar ediniyor. Paktaş Fabrikasını geçerken sol tarafta sıklıkla uğradığımız Kızılkaşlı rahmetli Ahmet Ünal Ağabey ve evlatlarını, Hatice ablamızı da unutmam mümkün gözükmüyor. Yazıya oturduğumda böylesi bir yazıyı düşünmemiş olsam da yazı kendiliğinden yazılması gerekene sanki karar veriyor ve öylece şekilleniyor. Reşat beyde bulunana İmam Hatip Lisesine yedi yıl boyunca Sinan paşadan yürüyerek gidip gelim. Elimizde kitaplarımızla, yaz ve kış şartları ne olursa olsun başka çıkar yolunuz olmayınca gidip geliyorsunuz. Bugünkü çocukların bir yerden bir yere gidip gelirken arabalarla, anaları ve babaları yanlarındayken, her istediklerini elde edebiliyorlarken ne var ki dün yeterince anlatılamadığından bilmiyorlar ve ellerindeki nimetin ne kadri ve ne de kıymeti var? Oysa insan hayatı disiplin istiyor. Gelecek için yaşanmışlıklar istiyor. Dünde var olan acılar bugünün güzelleştirmek için çekilmiş acılar olarak bugüne notlar düşürüyor.
Diyeceksiniz ki dün dünde kaldı cancağızım. Bize beyaz ve taze haberler ver. Haklısınız taze haberlere, beyaz haberlere insanlığın muhtaç olduğu dönemlerden geçiyoruz. Hoca Ahmet Yesevi hazretlerinin bir sözü geldi hatırıma: “Kitabına eğilmiş çocuk, aşını pişiren kadın, tarlasını süren çiftçi, tezgâhtaki sanatkâr, fenalık düşünmeye vakit bulamaz”. İnsan boş kaldıkça tembelliğe alışıyor. Hazırları tüketmeye başlarken vücudu hantallaşıp hastalanıyor. Vücut şişiyor, kilolar alıyor, oturup kalkmakta, kendisinin ve evladı ıyalinin ihtiyaçlarını görmekte zorlanıyor.
Adana Reşat Beyde’ ki İmama Hatip Lisesinde okuduğum yıllar 1967- 1974 yılları arasıdır. O yıllarda genel itibariyle Türkiye’nin imkânları kıt idi. İmkân sahiplerinin çocukları ise İmama Hatip’te okumazdı. Fakir ve yoksul Anadolu köylülerinin çocukları dinsiz-imansız yetişmesin benim evladım diye İmam Hatip’e gönderilerdi. Bisikleti olanlar bile yok denilecek kadar azdı. Sınıflarımızın mevcudu atmış beş-yetmişer kişiydi. Sıralarımız, tahtalarımız bugünküne hiç benzemiyordu. Üzerinde yazı yazmamız zordu lakin başka seçeneğimiz de yoktu. Tebeşirin kullanıldığı kara tahtamızı silmek de epeyce uğraştırırdı. Gün boyu devam eden okullarda öğle tatilinde bulduklarımızla karnımızı doyurup öğle namazını kılmamız icap ederdi. Böylesi zorluklar içinde okullarımızı okuyor, tahtakurularının şenliğiyle Şefika Hatun yurdunda şenleniyor ve ailelerimizin imkânsızlığını bildiğimizden harçlık bile beklemezdik. Okumalıydık, yalnızca okumamız icap ediyordu. Sınıfta kalmaya hiç kimsenin tahammülü gezip tozmaya ve haylazlığa vakit yoktu.
Ötelerin ötesinden gelen bir sese taliptik. Normal lise derslerinin yanında Kur’an’ı Kerim ve Tecvit, Arapça, Din Dersi, Hitabet ve İrşat, Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelam, Siyer, İslam Tarihi gibi derslerimiz vardı. Medreselerin kapatıldığı, yerine İmam ve Hatip Mektepleri ile Daru-1 Fünun'da İlahiyat Fakültesinin kurulduğu 1924 senesinden bugüne gelinceye kadar bu günkü ismiyle İmam-Hatip Liselerinin geçirdiği evreleri kısaca yazalım. Evvela, İmam ve Hatip Mektepleri sonra İmam-Hatip Kursları ardından İmam-Hatip Okulları ki biz İmama hatip Okulunda okumaya başladık. Sonra İmam-Hatip Liseleri ve ardından da Anadolu İmam-Hatip Liseleri ve Ağırlıklı Yabancı Dil Programı Uygulayan İmam-Hatip Lisesi açılışlarına ülkemiz tanıklık etti. İmama Hatiplilerin hem okulları hem de yurtlarıyla ihtiyaçları fakir ve yoksul halkın katkılarıyla yapılmış, okumalarına yönelik burslar da bu minvalde karşılanmıştır.
“Şerefü`l-Mekân Bi`l-Mekîn - Mekânın ve makamın şerefi orada yaşayanlarla kaimdir.” Kıymetli Dostumuz Mustafa Ökkeş Evren şöyle yazıyor: “Adana’ya Hicret ve Ruhumu Doyuran Mekân: Şadırvan 1995 yılında bir iş vesilesiyle İskenderun’dan Adana’ya taşındım. Taşınmamın ikinci haftasında güzel bir insan ve güzel bir mekânla tanışmıştım. İkisinin de ruhu, ruhuma yakındı. Tanıştığım insan Abdülaziz Tantik, mekânsa Ulu Caminin medresesi nam-ı diğer Şadırvan’dı. Abdülaziz Tantik, sonraları İstanbul’u mesken tuttu. Kendisiyle ancak Adana’ya geldiğinde görüşebilirken Şadırvan’la o günden beri buluşur oldum. Bilenler bilir, Adana’da bilinen üç şadırvan vardır: Birincisi midelerin doyurulduğu ‘Şadırvan’ ikincisi kafaların doyurulduğu ‘Şadırvan Kitabevi’. Üçüncüsü ise, şehrin hengâmesinde yorulan ruhların dinlendiği; muhabbetle, sohbetle, hikmetle doyurulduğu Ulu Cami medresesinin avlusunda bulunan bizim ‘Şadırvan’. Ramazanoğlu beylerinden Ramazanoğlu Halil Bey ve oğlu Piri Paşa tarafından 1540 tarihinde cami, türbe, medrese, mescit, konak, han ve hamam olarak yaptırılan koca bir külliye, seksenli yıllarda ‘Şadırvan’ olarak nam salmış. Medresenin iç avlusundaki şadırvan, medreseden çok sonra 1824-1825 yıllarında, İsmail oğlu Mehmet ruhuna atfen yapılmış olmasına rağmen bu mekânın külliye veya medrese olarak değil de ‘Şadırvan’ olarak anılmasına hep hayret etmişimdir. Ulu Camii ve medresesinin etrafında çok kıymetli tarihi eserler vardır. Bunlardan ‘Taşköprü’ ve ‘Büyük Saat’ Adana’nın önemli iki simgesidir.” Rahmetli Ahmet Garip Hoca babamın beni 1967 yılında ilk götürdüğü yer Ramazanoğlu Külliyesi ve Ulu camidir. O yıllarda İmam Hatiplilerin kaldığı yurt idi. Kuran ve Arapça dersleri yapılıyordu. O yıllardan itibaren bizler ortada abdest aldığımız Şadırvan nedeniyle hep şadırvan adını kullandık.