“Can konağını aramadaysan, cansın
Bir lokma ekmek arıyorsan, ekmeksin
Bir damla su arıyorsan, susun
Zulmün peşindeysen, zalimsin
Aşkı arıyorsan, âşıksın
Gönlün neye kapılmışsa, O’sun sen.”
Mevlana Celaleddini Rumi
Nelerle uğraşıyorsanız onunla vasıflanıyorsunuz. Sanatla uğraşan, sanatçı bir kimliğe, çiftçilikle uğraşan rençpere, bağcılık yapan bağcıya, marangozluk işiyle meşgul olan marangoza benzediği ifade edilebilir. İşin rengi, tarzı, üslubu kişiliğe yansır. Öğretmenin, şoförün, yazarın, şairin, ressamın durumu da aynıdır. Meslek erbabı yaptığı mesleğin rengini alıyor. Giyimine, kuşamına, tarzına, üslubuna yansıyor meslek. Memurun, öğretmenin, pazarlamacının, esnafın kıyafetini az ya da çok seçebilirsiniz.
İnsan bulunduğu ortamın rengini aldığı kadar kendi rengini de ortama verir. Özellikle kişiliği güçlü olan insanların bulundukları mekânlar, onlarla ünsiyet kazanır. Onların varlığıyla anlamlı, yokluğuyla anlamsızlaşıverir. Öyle bir mekâna girersiniz ki, o mekânda huzur bulursunuz. Öyle mekânlar vardır ki, o mekânlar insanı rahatsız eder. Ruhun kabulüyle ve reddiyle ilgilidir bu durum. İnsan huzur bulduğu mekânda, makamda ve insanda kalmalıdır. Huzur bulduğunuz yeri ihmal etmeyin. Gönlünüzün, ruhunuzun genişlediği şahsiyetleri ihmal etmeyin. Sıkılıp bunaldığınız, başınıza ağrıların durduğu ortamları bir an evvel terk ediniz. Birlikte olduğunuz insanlara dikkat ediniz; beraber olduğunuzda vaktin nasıl geçtiğini, su gibi akıp gittiğini, mutlu ve mesrur olduğunuzu, üzerinizde ağırlık yapmayan dostlar edininiz. Bunun tam tersi olan insanlardan, topluluklardan, ortamlardan bir an evvel ayrılınız. Elbette zaruretler gereği sabredilen mahaller, kişiler ayrıdır. Azıcık düşündüğünüzde bunun hayatınız boyu böyle olduğunu fark edeceksiniz. Lakin insan evladı nefsine hoş gelen yerleri tercih ettiği için bu hasleti, hassasiyeti kaybeder. Bunalma, sıkılma, baş ağrıları vs. gibi hususlar böylelikle insan vücudunu yorar.
Meslek sahibi olduğunuzda suretinizin de, siretinizin de mesleğinizden izler taşıyacağını unutmayınız. Hangi ortamda bulunuyorsanız, o ortamdan beslenirsiniz. Güzel ortamlar insanlara güzellikler katar. Kötü ortamlar ise, insanı kötülüğe yönlendirir. Soruluyor; “Ben nasıl bir kimseyim efendim?” Cevap şöyle; “Arkadaşlarını söyle, sana nasıl bir kimse olduğunu söyleyeyim.” Esans dükkânında bulunursanız güzel kokarsınız, kebapçı dükkânında bulunursanız kebap kokarsınız. Vakıa budur.
Bir an için gözlerimizi kapatıp, çok sevdiğimiz, düşünden bile keyiflendiğimiz, konuşulmasından mesrur olduğumuz bir büyük zatın, ilim sahibinin, sevdiğimiz birinin huzurunda olduğumuzu bir an farz edelim. Öylesine heyecan vericidir ki bu durum, öylesine davranışlarımızı teksif eden, aklımızı, ruhumuzu disipline eden bir durumla karşı karşıya olmanın sevinci ve endişesiyle kalbimizdeki muhabbet vücudumuzu sarıp sarmalar.
İki Cihan güneşi Hazreti Muhammet Mustafa(sav) Efendimizi, Hazreti Ebu Bekir’i, Hazreti Ömer’i, Hazreti Osman’ı, Hazreti Ali Efendilerimiz ya da Eyüp Sultan Hazretlerini, Mevlana Hazretlerini, İmamı Azam Hazretlerini ziyaret ettiğimizi farz edelim, bir anlık düşünelim. Bu bizim ruhumuzdaki, gönlümüzdeki, iman bayrağını dalgalandırmaya başlar ve hem kalbimizi hem de dilimizi tutmaya çaba harcatır. Yüreğimizle konuşmanın yapılabileceğini fark ediveririz. Hayat böylesine anlamlı zuhuratlarla doludur. Her an yepyeni dokunuşlarla irkileceğimizi, uyarılacağımızı düşünmeliyiz. Bütün bunların içinden gelip geçiyor huzur denilen dünya. Sanatı da, kültürü de, şehri de biz bu anlamlar içinde bakıyor ve değerlendiriyoruz.
Yazılandan, söylenenden, yazılıp söylenilmeyeni okumaktır şiir. Söylenenden söylenmeyeni, söylenecekleri bulabilmektir hikmet.
Nakşiliktir bizim yolumuz
Ölmeden evvel ölünüz
Hak divanını biliniz
Bilmeye geldik bilmeye
Büyüklerden âlim ve fazıl Kutbul Arifin Mahmut Sami Ramazanoğlu (ks), “Yolumuz öyle bir yol ki bu yolda gönül inciten yolda kalır” buyururlardı. Mesele insandır ve insan seçilmiş olmakla hizmet, hürmet edilmeyi hak ettiği kadar iltifatı da, şefkati de hak ediyor. Efendimiz (as), "sevd iğinizden verin" buyurdular. Sevdiğimiz nedir ki? Ne ola ki? Sevdiğimiz, Yaratanımızsa, Efendimizse onun ayetlerinden, hadislerinden bahsedip öğretmek de vermektir. “En büyük vergi, ilim öğretmektir” derler idi.
İmdi bize ne oluyor ki bildiklerimizi saklıyoruz. Bu durum, cimrilik alametidir. Cimrilik ise Allah’ın sevmediği vasıflardandır. Ne güzel cömertti Hz. Ebubekir, Ömer Efendilerimiz. Bize de öyle olmak icap eder. “İlmi öğretmek, yol göstermek, tebessüm etmekte vermektir” derlerdi.
Bakınız büyük veli, âlim, arif ve mürşidi kâmil Mehmet Zahit Kotku (ra); hem âlim, hem fazıl, hem de himmette ve nasihatte büyüklerdendi. İlim ve irfan ehlini bilir, kapısından girenlere verir idi. Onlar kapılarından girenleri asla geri döndürmezler idi. “Büyük sultanlara intisap, vefat etseler dahi bağlılıklar sürebilir, yollar alınabilir, arzu edilirse kalbin uygun gördüğü bir zat aranılıp bulunabilir de derlerdi”. Terbiye dediğimiz şeyin adı adaptı. Adap gereği, kimse kendisine mürit bulmaya çaba harcamazdı. “Nasibi olan gelir bulur ve alır” derlerdi. Burada bağlılık, teslimiyet ve ünsiyet asıldır. Herkes teslimiyetince alır.
Siz öyküyü-denemeyi-şiiri şiar edinince; yol size kalmıştır. Şiiri, sanatı, edebiyatı aradığımız kadar, hayrı da, hakkı da, ilim ve irfan sahiplerini de arayıp bulmak icap eder. Evliyanın ülfeti gayrı yolcularınadır. Yola düşene yol, mescide gelene mescit, menzile ermek isteyene menzil hazırdır vesselam. Son sözü Yunus Emre’miz söylesin öyleyse:
“Acep şu yerde varmola
Şöyle garip bencileyin
Bağrı başlı, gözü yaşlı
Şöyle garip bencileyin
Gezdim Urum ile Şam’ı
Yukarı illeri kamu
Çok istedim bulamadım
Şöyle garip bencileyin…”