Bugün ve cuma günkü yazım bu minvalde soruları cevaplamak üzere olacak.

Son yıllara kadar FETÖ ile yakın teşrik-i mesaide bulunan, İslamcılığı “demokratikleşmenin anahtarı” kabul eden, AB ve ABD ile “aynı kıbleye döndüklerini” söyleyen, Kıbrıs satılırken “Yetmez ama evet!” ve “Yes be Annem!” diyen, “Çözüm” yapılırken “APO önümüzü aydınlatıyor!”, “APO beş vakit namaz kılan bir kardeşimizdi!” diyen, Türk Ordusunu sanık, Genel Kurmay Başkanı’nı terör örgütü lideri, PKK’yı da sanık yapanları destekleyen, “yeryüzü gerçeklerinden yana” Türk Devleti’ne karşı tavır sergileyen malum liboşlar ve AK Parti’den kovulan bazı “endişeli muhafazakârlar” yeni bir slogan buldular: “Hukuk olmadan büyüme olmaz!”

Bugün ve cuma günkü yazım bu minvalde soruları cevaplamak üzere olacak. İlk önce “Bu arkadaşlar ne demek istiyorlar?” sorusuna cevap verelim. Daha sonra devlet, hukuk ve sermaye birikimi arasındaki ilişkileri açıklayalım. En sonunda da büyümeyi gerçekten ne belirliyor, onu anlatalım.

BU ARKADAŞLAR NE DEMEK İSTİYORLAR?

Bu arkadaşları temsilen belli bazı mevkutelerde eski AK Parti’li ve yeni muhalif “endişeli muhafazakârların” söylemlerini özetleyelim: “Türkiye hızla bir otoriterleşmeye gidiyor! Hukukun üstünlüğü ve yargı bağımsızlığı ayaklar altında. Demokratik haklar ihlâl ediliyor. Bu şartlarda Türkiye ekonomisinin düzelmesi mümkün değildir. Yabancı yatırımcıların gelmesi şöyle dursun, yerli yatırımcı bile kaçıyor. İnsanlar ümitsiz, gençlerimiz yabancı memleketlere kaçmak için fırsat kolluyor. Doların 10 TL olmasının sebebi de, enflasyonun yüzde 20’ye çıkmasının sebebi de, hukukun ayaklar altına alınması ve demokrasiden otoriterliğe kayılmasıdır. O yüzden ilk önce yargı bağımsızlığı ve parlamenter rejim yeniden tesis edilmelidir ki, ekonomi düzelsin…”

Türkiye’de ciddi bir hayat pahalılığının olduğu doğrudur. Yani insanların gelirlerindeki artışın fiyatlardaki artışın altında kaldığı hepimizin tecrübe ettiği bir gerçektir. Öte yandan Dolar’ın 10 TL’ye doğru gittiği de bir gerçektir. Bunu kimse reddedemez. Hükümetin işlerin örgütlenmesinde başarısız olduğu, iktidar partisinin ve bakanlar kurulunun da dağınıklık içinde bulunduğu çıplak gözle gözlemlenmektedir. Bürokrasi ve siyasi otorite arasında bir kopukluk olduğunu da ben düşünmekteyim. Bunlar iktisadi problemlerin idari sebepleri sayılabilir. Ancak hukuksuzluk ile ne kastedilmektedir? Acaba ne tür bir hukuk reformu kısa vadede hayat pahalılığını düşürecek ve uzun vadede istikrarlı bir büyümeyi sağlayacaktır? Yanlış anlaşılmasın, ben otoriter rejim ve keyfi idareyi savunan biri değilim. Ancak iktisadi büyüme ile demokratik hukuk devleti arasındaki ilişkiyi anlamakta zorlanıyorum.

İsterseniz, dünyanın bilinen en ceberrut yönetimlerinden bazı örneklere bakalım: Emevi Halifeliği, Nazi Almanya’sı, Sovyet Rusya’sı ve Çin Halk Cumhuriyeti. Emevi Halifeliği döneminde başta müşrik reisi Ebu Süfyan’ın oğlu Emevi Sultanı Muaviye ve onun halefleri döneminde İslam Devleti o zamanki dünyanın serveti ve zenginliğinin büyük kısmını kendine çekmiş, büyük ticaret şehirleri kurmuş, ticaret ve bankacılık gelişmiş ve toplumun refah düzeyi artmıştı. Ama Emeviler Dönemi’nde hukuk ve adalet var mıydı? İslam tarihçileri bu konuda net cevap vermektedirler: Hayır.

Nazi Almanya’sının belki de en büyük başarısı 1929 buhranından sonra Arş-ı Âla’ya çıkan işsizliği sıfırlaması, ekonomik büyümeyi istikrarlı hale getirmesi, gelir dağılımında adaleti sağlamasıydı. O kadar güçlü bir ekonomi kurmuşlardı ki, bütün dünyaya (özelde ABD ve Rusya’ya) tek başlarına kafa tutacak güce erişmişlerdi. NAZİ Almanya’sında evrensel hukuk, adalet ve eşitlik ile çağdaş demokrasi mi hâkimdi? Ne mümkün!...

Sovyet Rusya’da bir azınlık parti yönetiminin (özellikle Stalin döneminde) gaddar ve ceberrut bir hakimiyeti bulunmaktaydı. Bırakın farklı görüşten olanları, komünistler içinde bile farklı görüşten olan liderler katledilmekteydi. Adalet ve hukuk sözü bu ülkede geçmemekteydi. Ancak Sovyet Rusya geri kalmış bir tarım toplumu hüviyetindeki Rus ekonomisini sanayileştirerek ve yeni teknolojide lider hale getirerek süper güç konumuna evrilmişti. Bununla da kalmamış, tarihinden bu yana yarı göçebe - yarı yerleşik Türk toplumlarını da medeni ve şehirli toplumlar haline getirmiştir. Bunun için de demokrasiye, insan haklarına ve liberalizme ihtiyaç duymamıştır.

Çin Halk Cumhuriyeti 1980’lerde “küçük serdümen” olarak bilinen Deng Şiao Ping dönemde dışa açılmaya ve bugünkü Devlet Başkanı Şi Jinping döneminde de yeni bir süper güç adayı olarak anılmaya başlamıştır. Ortalama yüzde 8-10 arası bir büyüme, ılımlı enflasyon ve dünya ihracat şampiyonluğu ile bilinir. Ülkenin refah düzeyi hızla artmaktadır, (bizim gibi 80 milyonluk değil 1,5 milyarlık bir nüfusa sahip bir ülkeden bahsediyoruz, DMD). Pekiyi bu ülkede, bizim liboşların ve endişeli muhafazakârların bahsettiği gibi bir insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü mü geçerlidir? Ne münasebet, canım! En son, ilk önce Komünist Partisi tüzüğüne sonra da Anayasa’ya “Çin Halk Cumhuriyeti’nin Şi Jinping’in görüşlerine göre Çin usulü sosyalizmle” idare edildiği yazılmıştır. Ülkede muhalefet yoktur, muhalifler doğrudan toplama kamplarına doldurulmaktadır! Buna rağmen de hızla büyümekte ve güçlenmektedir.

Bu örnekler adaletsiz ve otoriter yönetimler altında iktisadi başarı olabildiğini gösterir. Öte yandan dünyanın başka yer ve zamanlarında da, iktisadi açıdan başarısız ve ceberrut, hukuksuz yönetimler olagelmiştir. Örneğin büyük petrol rezervlerine rağmen fakirlikten kırılan Venezuela, kalkınmasını tekne kazıntısı komünistlerin nostaljisine ve bazı azgın yabancıların şehvetine bağlı turizme dayandıran Küba, liderleri ölünce ağlamayan vatandaşları “vatan haini” ilan eden Kuzey Kore gibi örnekler de iktisadi açıdan başarısız ceberrut, otoriter ve hukuksuz rejimlerdir. Bunlara birçok İslam ülkesini ve Afrika devletlerini de ekleyebiliriz.

Demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğünü kabul eden “çağdaş” ülkelerde durum nasıldır? O ülkelerde her daim zenginlik ve refah mı söz konusudur? Bakalım: Batı Avrupa ülkelerine baktığınızda, uzun yüzyılların sömürge servetini tüketmeye devam eden tembel toplumlar gözümüze çarpmaktadır. Para ve refah olunca, sosyal problemler en aza inmekte, şehirlileşmiş toplumlarda ise, kurallar herkes tarafından titizlikle uygulanmaktadır. Ancak bu ülkelerde de, iktisadi sorunlar bulunmaktadır. Dünyada Latin Amerika ülkeleri gibi, bazı küçük doğu Avrupa ülkeleri gibi, hatta bazı Asya ülkeleri gibi hukuk devletinin uygulandığı parlamenter rejimler mevcuttur. Bu ülkelerde iktisadi kalkınma sağlanmış mıdır? Tartışılır. Diyeceğim o ki, iktisadi büyüme, sermaye birikimi ve şehirlileşmenin doğrudan demokratikleşme ve hukukun üstünlüğü ile bir ilişkisi yoktur. Elbette ki, hukukun üstünlüğü ve demokrasi medeni bir toplumun vaz geçemeyeceği değerlerdir. Ama bu değerlerin işsizlik ve hayat pahalılığının ilacı olduğunu söylemek, en iyimser ifadeyle, saf dilliktir.

Pekiyi bu arkadaşlar ve onların desteklediği AK Parti eskisi bazı politikacılar ne demek istiyorlar? Bir kere bu politikacıların ve onların partilerinin egemen neo-liberal sisteme karşı alternatif iktisadi politikalar savunmaları mümkün değildir. Bizatihi bu küçük partilerin liderlerinden biri ekonominin bugün geldiği durumda, diğerinin de dış siyasetteki yanlış adımlarda ciddi oranda payı bulunmaktadır. Aslında demektedirler ki, “bizim bir iktisadi politika önerimiz yoktur, OHAL mağdurlarına (FETÖ’cü casuslar ve PKK’lı eşkıyalar) özgürlük, Mavi Vatan’dan vazgeçmek, Ermeni Soykırımı’nı tanımak ve tazminat ödemek, Suriye ve Irak’ta bir PKK devletine izin vermek, İran ve Rusya’ya karşı ABD’nin yanında yer almak karşılığında sınırsız borçlanma imkânımız olacak. Gelecek balya balya dolarla da sahte bir cennet yaşamaya devam edeceğiz!” Yani bağımsızlığımızı bırakıp, özgür olacakmışız! Çakır’ın dediği gibi: Ne güzel İstanbul be!

Hadi diyelim bu liboşlar neo-liberal sağcı ve Prens Sabahattin gibi Batı’nın müstemlekesi olmayı özgürlük zannediyorlar. Pekiyi, sosyal devleti savunan, halkçı, devletçi ve milliyetçi CHP ne diyor ve ne yapmalı? O da Cuma’ya kalsın.