Hani derler ya büyüklerimiz, vardır bir hikmeti ilahisi. Duymuşuzdur değil mi bu sözü? Kuran-ı Hakim ayındayız malumunuz. Yani dinimizin kitabının peygamber efendimize vahyedildiği Ramazan ayına giriş yaptık. Şükür bugün dördüncü günündeyiz. Evet, hikmet kelimesi büyük bir kelime. O yüzden kitabımıza hakim de denilmiştir. Yani hikmetler gösteren kitap. Hikmeti bize açan bilgilerdir. Bir arının bal yapmasındaki olağanüstü bilgiler silsilesi bize hikmettir. Çünkü arının başlı başına kendi varlığı bile içinde derin anlamlar barındırır. Arı'nın çiçeklerden polen toplaması hatta arıların koloni şeklinde yaşaması. Kraliçe arıyı beslemeleri. Arı'nın balı değil sadece bugün polenlerinin de büyük şifalar barındırdığı bilimsel gerçeklerle açıklanmış olması. Sadece bu arı ve bal, polen ilişkisinden yola çıkarak araştırdığımızda bilim adamlarının vardıkları sonuçlar hayret verici olarak karşılanıyor. Bunun gibi nice bilgiler alemin içinde saklı duruyor. İnsanoğlunun keşfedilmesini bekliyor.
Hikmetli bilgi
Bilgi insana doğru yollar açıyor onu, o bilginin hayret
verici dünyasına daldırıyorsa burada hikmet vardır diyebiliriz. Çünkü bilgi
göreceli bir bilgi de olsa, o bilgi bizi hayırlı bir yola götürmeli. Hatta ve
de en önemlisi açık delillerle bilginin bizim üzerimizdeki anlamını açığa
çıkarmalıdır. Bilgi yerinde durabilir. Kitaplara girebilir. Bilgi kıymetlidir,
yeri gelince kullanılması için de vardır. Ama hikmetli bilginin en önemli
sonucu da insanı olgunlaştırması ve bu dünyadaki gerçek amacının ne olduğu
konusundaki soruları sormasına teşvik etmesidir. Bilgi insanı evreni, kendini,
doğayı varlık amacını sorgulatmaya götürmeli. Hikmeti muradiyye şudur ki; insan
aldığı bilgi ile bilgeliğe evrilmelidir.
Her şeyin içindeki hikmet
İnsana gönderilen Kuranı hakim bize hikmetli bir yaşamı
öğütler. Her şeyin içinde hikmeti görebilmemizi ister. Biz bizim araştırıp
gördüğümüz karar verip uyguladığımız ve bu yoldan gidelim deyip hikmetine
inandığımız bir hareket var. Bir de yaratıcının büyük planda hikmeti ilahisi
var. Onu her zaman anlayamayabiliriz. O zamanın içine gizlenmiştir. Bizim müdahale
edemeyeceğimiz ama kendi mikro hayatlarımızdaki yansıtmalarını fark ederek aksiyon
aldığımızda büyük planı tevekkül ile karşılayacağımız bir nizamdır bu. Hikmeti
ilahinin içine dua dahildir. Hikmeti ilahinin içine ilim peşinde olmak
dahildir. Hikmeti ilahinin içine olayları tefekkür etmek dahildir. Hikmeti
ilahinin içine anlamaya çalışmak için bilenlere sormak dahildir. Nihayeti her
şey hikmeti ilahiden kaynaklanıyor. Kaynak Allah’ın bilgisidir, çünkü yaratan
o. Yaratıcımız işte bu yüzden olan biten her şeyde bir hikmet aramamızı bekler.
Filistin’deki hikmet
Allah’u Teala önce Hz. Musa’ya ek Ya Musa demiştir. Sonra
ekinler olduktan sonra ekinleri biçmesini söylemiştir. En sonra da ekinleri
ayırmasını söylemiştir. Yani buğdayı sapından, samanından ayırmasını
istemiştir. Filistin’deki ilahi hikmeti zamanın içinde görebiliriz ancak. Şu
anda orada yaşananlara bir hikmet nazarı ile bakarsak bizim yapmamız gereken
emli nazarı da görebiliriz. Bizim yapmamız gereken harekete geçmek, tarafımızı
belli etmek. Yani sapla samanı ayırıp un haline getirilecek buğdayı ortaya
çıkarmaktır. İnsanın sözüne bakılır hikmet barındırıyor mu diye. İnsanın
eylemine bakılır hikmete dair mi diye.
Hoş geldin Ey Şehr-i Ramazan
Buruk bir sevinç yaşıyoruz. Doya doya sevinemediğimiz bir
Ramazan ayını idrak etmeye çalışıyoruz. Bir kanadımız kırık. Başta Gazze’deki
kardeşlerimize yardım edememek bizi zaten kahrederken içimizdeki bazı boş
boğazların da bu içten duygularımıza saçma sapan cevap vermeleri insanı daha
fazla üzüyor. İnsanız ve kimin başına ne geleceği bilinmez. Çok değil daha
şurada 100 yıl önce milli mücadeleyi yaşadı dedelerimiz, ninelerimiz. Onların
da hikayelerini zaman zaman medyadan dinliyoruz. Ancak ben geçenlerde bir
belgeye denk geldim ve tüylerim diken diken oldu. Bugün Filistin’de ne
yaşanıyorsa aynısı yaşanmış. Özellikle Doğu Anadolu’da isyancı Ermenilerin
Avrupa tarafından da kışkırtılmasıyla akıl almaz işkencelere maruz kalmış atalarımız.
Kazıklara oturtulan kadınlarımız. Hamile kadınlara yapılanlar. Yani anlatılacak
gibi değil. Daha 100 yıl önce yaşamış olduğumuz bu vahşetin aynısını bugün
Müslüman Filistin halkı yaşarken onları ırk, mezhep veya bambaşka aidiyetlerden
yaftalamak cehaletin zirvesidir. Bu laf edenlerden bazılarının belki de
dedeleri, nineleri bu işkencelere maruz kalarak öldüler. Yardım isteyemeden.
Gelecek kuşaklara hikayeleri anlatamadan. Hiçbir şeyi miras bırakamadan gözleri
açık gittiler. Bu Ramazan ayında hepimizin insanlığı kuşanmamızı diliyorum. Bu
vesile ile dualarımı tüm mazlumlara, mahsunlara, gariplere yolluyorum. Hayırlı
Ramazanlarımız olsun. Tekrarı nasip olsun.
..................................................................
Oruç tut... Sıhhat bul!..
Karagöz orta
yerde sabah sabah kendi kendine mırıldanıp durmaktadır. Sabah sabah, akşamı
düşünmektedir. Ne yiyeceğiz iftarda? Mademki bütün gün aç duruyoruz, tıka basa
yemeliyiz iftarda diye düşünürken iadeli taahhütlü bir laf gönderir
Hacıcavcav’a.
- Hacivatı’ım bir hurma bir lira
olmuş mısır çarşısında, elli lira olmuş bir dilim baklava. Biz nasıl iftar
yapacağız, nasıl mükellef sofra kuracağız bu ramazanda!..
Hacivat evinin
avlusundan duymaktadır konuşulanları; aynı zamanda bu konuşmaya öfkelenir ve
hemen lafı yapıştırır Karagöz’e;
- Ben Mekke’de kuru ekmek yiyen Âmine’nin
oğlu Muhammed’im diyen bir Peygamberin ümmetindeniz bizler. Eeeeyy Karagöz’üm
sen ne söylediğini biliyor musun? Bire gafil sıradan insanın sofrasında
bulabileceği basit bir iftarlıkla orucumuzu açmamız efdaldir. Bu; su olur,
zeytin olur, tuz olur. İlla ki hurma
olması lazım gelmez. Mekke’de kolay bulunan iftarlık hurmaymış. Biz de
iftarımızı tuzla ve suyla açarız vesselam.
Karagöz daha
alçak sesten konuşmayı sürdürür;
- İftar sofraları nedense mükellef yapılıyor
Hacivat’ım.
Hacivat
Karagöz’ü tekrar nasihat eder;
- Oruç tutmak nefsi terbiye etmektir
Karagöz’üm. Yemekten içmekten kesilmek demek değildir. Sabretmesini
öğrenmektir. Nefsi dizginlemek, insan olmasını bilmektir. Oruçluyken ben ne
yerim diye düşünmeyeceksin Karagöz’üm. Ben garip gurabaya ne veririm ve ne yediririm diye düşüneceksin.
Gönül almasını bileceksin. Şükredeceksin, zikredeceksin, tefekkür edeceksin.
Karagöz bu
konuşmadan sonra dersini almıştır. Teşekkür eder Hacivat’a. Hacivat da son sözü söyler meydana;
- Oruç tut sıhhat bul... Oruç tut
sıhhat bul!..
Kara Tahtanın Önünde
Gölova 1991
(Tarım ve hayvancılıkla geçinen o köyde geçen üç yılıma
kocaman tazecik bir gülümseme bırakıyorum…)
Camın önünden gölü seyretmemize
izin vermezdi söğüt ağacı. O ırgalandıkça söğüdün taze ve körpe yapraklarını
seyretmek gölü seyretmekten daha keyifli olurdu. Sarı boyalı, kara tahtalı, üç
katlı okulumuzun manzarası buydu.
Öğrencileri civar köylerden kış
kıyamet dinlemeden, koşullara en uygun ayakkabılarıyla kara lastikleriyle gelen
bizim beşinci sınıfımızın mevcudunu on ikiye çıkaran yani yazları çobanlık
kışları öğrencilik yapan, kar yanığı yüzlü çocuklardı. O sınıfın kokusu bile
kendine özeldi diyebilirim. Çünkü içimizde ahır kokan da vardı, sidik kokan da
hatta kolonya kokanda vardı.
O suratsız Türkçe öğretmeni derse
girdiği zaman sınıfın havası değişirdi şu an ki testerlara benzeyen ucuz bir
parfüm kokardı o kadar rahatsız ederdi ki ahır ve sidik kokusunu arardık.
Parfümün ucuz olduğunu çoğumuzu tıkandığı için
anlıyordum. Yazık! Bu çocuklara bu bile
fazla deyip onu sıkıp öyle geliyordu sanırım yoksa başka türlü nasıl köy
kokusunu bastıracaktı ki…
Her Türkçe dersinin bitişine aynı zamanda
okulumuzun müdürü olan din öğretmenimiz Salih Hoca girerdi, bir yanlışı bir
doğruyla telafi biçimiydi sanıyorum. Din öğretmenimizi çok severdik. Köyün bir
adamı gibi, sahiplenirdi bizi, o da rahatsız oluyordu sanki girer girmez camları
açtırır, sınıfı kısa bir süre havalandırırdı.
Gerçekten öğretmek ister,
koşullar ve öğretirdi. Dua ezberletecekse, ezberleyemeyen bir sonraki hafta dersini
geçenlere bisküvi ve lokum getirirdi. Notunu alır, kimseye bu hususta
ayrımcılık etmezdi. Diyelim unuttun bir sonraki hafta cezan iki misli olurdu.
Kimse unutmazdı ve en çok ben sayesinde ziyafet çekerdim. Çünkü ezberlememe
gerek kalmazdı o duaları ben babaannemden zaten öğrenerek okula başlamıştım. (Nede
olsa babaannem köyün şeyhinin karısıydı)
O gün; içeri girer girmez sınıfı
havalandırmak için pencereleri açtırıp, selam verdikten sonra sıradan kaldırıp
ayları sormaya ve saydırmaya başladı. Kapı kenarından başlamıştı ben yine cam
kenarından söğüdü ve gölü seyretmekle meşguldüm. “Ocak, şubat, mart, nisan…”
diyeni “hayır otur” diye yerine oturtuyordu.
Ne vardı ki bu sıralamada
doğruydu işte. Ama hoca bir akıl oyunu yapıyor olmalıydı, o ne olabilirdi. Yine
babaannemden hatırlamıştım. Aslında hoca bir koca karı geleneği soruyordu. Son
olarak sıra bana geldiğinde “Ocak, Şubat, Ramazan, Nisan ona Abrıl da denir…”
dedim gülümsedi “evet arkadaşlar Ramazan içine girdiği ayı düşürür, o ay artık
Ramazan’dır, haftaya tüm sınıf Birsel’in lokumunu getirsin” dedi. Sınıfta bir
uğuldama oldu herkes itiraz ediyordu. O kadar lokumu ben nasıl yiyecektim.
İstediğimle yerdim, ama sınıfa yasaktı… o zaman eve götürecektim. Son karar eve
götürme bu gerçekten çok hoşuma gitmişti.
Ve o hafta başlamıştı Ramazan’ın
ilk günleri, ben okul çıkışı bir iftar sofrasına bisküvi ve lokum götürmüştüm.
Hepsini babaannemin önüne koydum. Bunlar senin hakkın dedim anlamadı…ama yedi
valla…
Sen yine gözünü o cama
kilitlemiş, tepelerden gelen uğultuyla ırgalanan söğüdü, kabaran gölü seyreden
kara tahtanın önünde bir öğrenci gibi hatırla beni sevgili okur. Şu hikâye bifa
marka bayat bir bisküvinin arasındaki lokum tadını bıraksın damağında… Mart’ın
değil Ramazanın olsun oda mübarek olsun…
Ey insanlık!
Sana açmış avucunu masum çocuklar, bir lokma ekmek için. Bulabildiği bir kap
ile dağıtılanlardan payına düşmemişler var. Bizim sofralarımızda dünyanın bütün
açlarının hakkı var. Gazze ah Gazze! Aylardır sadece izlediğimiz bir gerçek.
Ama onların korkmadığı bir gerçek. Yalnız başlarına bırakılmış bir halkın gözleri
üzerimizde. Daha dünyanın neresi olduğunu anlamadan öldürülen çocukların
beldesi Gazze. O gözler bizi mahşere dek takip edecek hepimizi. Kaçış yok asla
yok. Sımsıcak yataklarımızda, mis gibi yemeklerimizle ekran karşısında çaresiz
bırakıldık. Bu çaresizliğin bedeli olacak elbet. Kaçış yolu olmasa da çıkış
yolu yok mu? Düşünmek ve kendi hayatımızda bir şeyleri Hak yoluna çevirmek için
mücadelemiz var mı? Belki buradan Hak Teala bizi biraz affeder. Birbirimize
kenetlenmek insan olmak için birbirimizi anlamaya çalışmak. Ayrıştırmadan
adaletten yana olmak. Bütün Müslümanları hatta insanlığı birleştirme çabası.
Allah’ın tevhit yasasını anlamak. Anlamak için bir ramazan geçirmek. Sonra da
anladıklarımızı peyderpey uygulamaya koyulsak. Mesela birine burun kıvıracağımız
o anda, kalbimiz uyarsa sakın sakın dese. İşte belki o zaman bu çaresizliğimizi
bir nebze soğutabiliriz. Gazze çocukları bedeller ödüyor. Böyle bir Kerbela
böyle bir acıyı sahiplenmek ise sadece tevhit ehline düşer. Her lokmada o
çocukların da payı var. Boğazından geçirmeden düşün yeter.
Avrupa’da
Ramazan
Avrupa’da ramazan ayını yaşamanın verdiği hem zorluklar hem
de manevi yolculuğumuzdaki keyif veren yönleri ziyadesiyle fazla. Bunların en
keyifli olanlarının basında gelen Türk ve Müslüman topluluğunun birleşmesi
adına son dönemlerde düzenlenen programlar / festivaller bir nebze olsun
memleketimin o manevi atmosferini hissetmemizi sağlıyor. Her ne kadar Avusturya’da
bir Almanya gibi Hollanda gibi henüz sokak süslemelerimiz olmasa da bu manevi
atmosferi kendi aramızda bir şekilde yaşamak da güzel…
Sosyolojik anlamda dinî yaşamın pratik bir unsuru olarak
Ramazan, Avusturya’daki Türkler üzerinde çok derin etkiler bırakmakta ve
onların şahsi olarak gündelik yaşamlarından başlayarak ailelerinde,
işyerlerindeki sosyal ilişkilerinde, ibadethanelerinde, dostluklarında ve
Müslim-gayri Müslim komşularıyla olan iletişimlerinde birçok etkileşimi de
beraberinde getirmektedir. İşte bu yüzden olsa gerek Ramazan ve oruç ibadetiyle
güzel bir kültürel farkındalık diğer Müslümanlarla kaynaşmaya bir vesiledir.
Onların kültür ve adetlerini de yakından tanıma şansımızın olması sebebiyle bu
aydaki sevgi ve muhabbet daha da ön plana çıkıyor. …Hep birlikte bu maneviyatı
yasamak inanın daha güzel…
Viyana şehrinde halk arasında Minareli Camii olarak bilinen
İslam Kültür Merkezinde İslami kültür ve sanat etkinliklerinin de icra
edilmesinin yanında her Ramazan ayında yine tüm gün programlarıyla dünya Müslümanlarını
kendi bünyesinde birleştirmeye devam ediyor. Avusturya’nın tek minareli camisi
olup, Tuna Nehrinin hemen kenarında bulunan camii İslam’a ilgi duyanlar ve tüm Müslümanlar
açısından bir uğrak yer niteliğindedir.
Özellikle bu ayda çok güzel programlara ev sahipliği yapan,
tüm dünya Müslümanlarını birleştiren camii 1979 yılından beridir hizmet
vermekte.
Burası kütüphane, konferans salonları gibi pek çok kültürel
ihtiyaçların da karşılandığı bir külliye havasındadır.
Ayrıca ihtida edenler burada mini bir törenle İslam’la
şerefleniyor, evlenmek isteyenlerin nikahları da burada kıyılıyor. Yardım
kuruluşları kermeslerini de burada yapıyorlar. Hiç bir şey yapılmadığı günlerde
de anneler çocuklarını alıp bahçesinde oynatıyor en çok da bu kısım beni
cezbeder.
Böylesine manevi bir ortamda ezan okunmasına izin verilen
tek cami olarak avlusunda bir hurma, su ve bir simit ile açılan iftarı yaşayabileceğiniz,
alıştığımız gösterişli zengin iftar sofralarından çok çok farklı olan manevi
huzur bulabileceğiniz bir ortam.
Her aksam Kurandan bir cüz okunarak kılınan teravih
sayesinde Ramazan boyunca Kuranı hatmedebilir, yaradanımızla muhabbet ederek
manevi doyum ve huzura varabilirsiniz.
Bana biraz Mescidi Aksa belki biraz da Mescidi Haramı
hissettiren bu camide bayram sabahları da tam bir festival havasında olur.
Türkler, Çeçenler, Bosnalılar, Pakistanlılar, Mısırlılar, Suriyeli, Filistinli,
Iraklı, Suud basta olmak üzere tüm Müslümanlar burada toplanırlar. O kalabalık
caminin avlusunu aşar ve artık Tuna nehri kıyılarına kadar ulaşır. Kadın erkek
demeksizin bayram namazları kılınır. Ve bir ayın sonunda tam bir bayram
yaşanır. Herkes birbiriyle bayramlaşır, hediyeler veya ikramlıklar dağıtılır.
Ve sonra herkes yakın çevreleriyle bayramlaşmak için camiden ayrılır. O huzuru
anlatamam yaşamalısınız. O yüzden Avrupa’nın göbeğinde Müslümanlığın vücut
bulduğu bu timsali ve iliklerinize kadar muhabbeti feyzi hissedeceğiniz
Allah’ın evini hem burada yaşayıp henüz görmemiş hem de Viyana ya yolu düşen
herkesin görmesini tavsiye ederim…
Bir başkadır Avrupa’da ramazan…
Rahmet ile başlayan Ramazan ayının kurtuluş ile tecelli
bulması temennilerimle herkese hayırlı bir Ramazan diliyorum..
Sevgi ve muhabbetle…