Londra seyahatlerinin en keyifli kısmı kitapçılarda geçen saatler. Hiç bitmesin istediğim istisnai zamanlar. Kitapçıların öldüğü bir dünyada alışveriş merkezinin andıran devasa kitapçılar insanın hem keyfini yere getiriyor hem de beynine fikir gıdalarının ulaşmasına vesile oluyor.
Gerçi fiyatlara bakmakla yetindiğimiz bir menüye benzetmek de mümkün ama olsun. En azından seçeneklerimizi görüyoruz.
İnsanlığın ortak düşünce yolculuğunda nerelere geldiğimizi de kitaplardan takip etmek mümkün. Elbette gelecek günlerde Türkiye’ye hangi düşüncelerin gelme ihtimali de kitapçılarda servis edilen fikir menülerinde görülebiliyor. Geçen yılki ziyaretimde dünya çok yorgundu sanırım. Uyumak üzerine yazılmış kitaplarla çokça zaman geçirmiştim. Hayatımızın önemli bir kısmını uyumakla geçiriyoruz ve uyku üzerine yazılmış kitaplar hayli popülerdi.
Bu sene iki başlık dikkatimi çekti. Bunlardan birisi sessizlik üzerineydi. Erlin Kagge’nin yazdığı kitap Gürültü Çağında Sessizlik başlığını taşıyor. (Silence: In the Age of Noise) Sükunete her zamankinden fazla ihtiyacımız var. Bu kesin. Yakın zamanda bizde de söz gümüşse sükut altındır diyerek bu konu ele alınabilir.
Diğer kavram ise borçtu. Dünya üzerinde borcun tarihi üzerine yazılmış bu kitap, sanırım hesap gününün yaklaştığını hatırlatan ironik kitaplardan biri. Çünkü kitaplardan biri Yunanistan’ın eski ekonomi bakanının çocuğuna ekonomiyi anlattığı bir denemeydi.
Kitaplara göz atmaya devam ettim. Dünyayı tarihteki kadınların gözünden parçalara ayırarak anlatan bir çocuk kitabı ilgimi çekti. Benazir Butto da vardı Fatıma El-Fihri de… İslam dünyasının kadınlarını anlatan kitapların varlığı hala büyük eksiklik. Feminist teorinin gelişimi bizde pek hızlı değil galiba. Buna da neyse deyip yolumuza devam edelim.
Dikkat çeken kitaplardan bir diğeri Attila’nın Avrupa’nın ana düşmanı olarak gösterildiği bir kitaptı. Türk tarihi kadar Avrupa’nın da kendi fotoğrafını çektiği ciddi bir eserdi. Avrupa’daki Türk düşmanlığının İslam öncesi hikayesini de anlaşılır kılıyor. Okumak lazım.
Harry Potter’ın popüler raflardaki varlığı devam ediyor. Bir edebiyat eserinin film yolculuğunun ardından tiyatroya yolu düşüyor ve ardından bambaşka kitaplarla yolculuk çeşitleniyor. Bizim Diriliş Ertuğrul’un da benzer bir yolculuğa çıkacağını tahmin ediyorum.
Kitapçıda geçen zamanda kitapçıları neden sevdiğimi bir defa daha anladım. Bir defa sessiz yerler. Ama ölüm sessizliği yok. Bir kütüphane değil yani. Ama öte yandan hareket eden insanlar var ve içinde bulunduğum Foyles kitabevinin veciz şekilde söylediği gibi “Burada dostlarınızın arasındasınız.” Farklı dillerdeki kitapların meraklıları kitapçıyı gezmeye devam ederken yorulduk ve en üst kattaki kafe kısmında bir süre dinlendik. Sonra kitapları karıştırmaya devam ettik. İstanbul’un en büyük eksiği büyük ama çok büyük bir kitapçı. İçinde bir gün geçirebileceğimiz büyük bir kitapçı olsa ne kadar farklı olursa olsun tüm fikirlerimizi içine yerleştirebilirdik. Kafamızı şişirmeden anlaşmanın yolunu bulmuş olurduk. Gürültü çağında sessizlik sizce de iyi fikir değil mi?