Genç işsizlik oranı her ay açıklanıyor. Gençlerle yapılan röportajlarda gençler işsizlikten dem vuruyor.

Genç işsizlik oranı her ay açıklanıyor. Gençlerle yapılan röportajlarda gençler işsizlikten dem vuruyor. Gençler maaşların azlığından yakınıyor. Evlenemeyeceklerinden dolayı eş seçimini erteledikleri ve ileriye yönelik ciddi ilişkilere sıcak bakamadıklarını ifade eden bir sürü haber, röportaj, yayın, sözler havada uçuşuyor. Geriye dönük gençlere bir nasihat de verilemiyor malum. Bana benden daha iyi seviyedekinden bahset deniyor. O seviye neyse, ne umuluyorsa, ne bekleniliyorsa? Fatih Sultan Mehmet’in hayalinin benzerini gerçekleştir demiyoruz gençlere ama en azından kendini gerçekleştir diyoruz.

Hiçlik sendromu

Kafeler gençlerle dolu. Keyif de yapılacak elbette ama ya idealler! Bu gençler hangi ideallerin peşindeler? Sadece para kazanmaksa dertleri ona ulaşınca da sıkılıyorlar. Haz odaklı güdülen bir gençlikle karşı karşıyayız. Sağından da solundan da hiç olmak isteyen bir gençlik var. Kimisi nihilizm adına bu dünyanın değersiz olduğunu ve kendisi için de artık yapacak şeyleri kalmadığını söyleyip duran bir tip var. Diğer taraftan ezberlerden dizi dizi söz dizenler sözüm ona tasavvuf adına hiç olduğumuzu anlatmaya ısrarla devam eden bir tip grup var. Her iki grup da hiçlik sendromu yaşıyor. İnsan hiç, hiç değildir. İnsan Allah’ın varlığından bir nüvedir. Makro alemdeki mikro örneğidir. Ama makroya bağlı bir mikro parçayız. Bundan mütevellit gençleri bir taraf popülist kült inanışlara çekiyor bir tarafsa yine aynı damardan beslenen sadece rengi farklı başka bir uyuşmanın içine çekiyorlar. Hiç olan gençlik toplumu nasıl devam ettirecek? Hiç olarak kişilik var edilmez. Aklı olan insan kendinden başlayarak çevreye yayılan bir fayda ile hareket eder. Bu nedenle gençliğin hiçliğini değil kendisini gerçekleştirmesi gerekir. Gençliğin, Allah’ın dirilten, var eden sıfatı olan “El-Hayy” esmasını her nefeste göstermesi gerekiyor.

Zor geliyor

Ne istediklerini hem biliyorlar hem de bilmiyorlar. Çünkü zorluklardan geçmediler. Özellikle 60’lı, 70’li yılların gençliği okuyalım da nerede kalırsak kalalım diyerek Anadolu’dan büyükşehirlerin yolunu tuttular. Sadece okumak istediler çünkü köyde ırgat olarak kalmak istemediler, makus talihlerini yenmek için göç ettiler. Böylelikle özellikle genç erkek çocukların bir bölümü gerekirse köprü altında, cami köşelerinde yatıp kalkarız ama bir fakülte bitirip insan gibi yaşarız dediler. O devrin gençlerinin kurtuluş reçetesi fakülte bitirmekti. Parasız, pulsuz bir şekilde hem de çalışarak hatta kimi de köyüne para göndererek 80 öncesi o karışık ortamda zor bela üniversite mezunu oldular. Kimileri de siyasi çatışmaların kurbanı oldular. Yitip giden gençlerin sayısı sönen ocakların sayısını hesap etmek güç. Onlar da kahvehanelerde buluşuyorlardı ama memleketin durumunu dert edindikleri içindi bu buluşmalar. Elbette bugün de memleketin derdi ile dertlenenler var ama maalesef günümüzdeki gençlik hiçbir şey yapamayacaklarına inanıp sadece konuşuyor. Aksiyon almak zor geliyor. Çünkü serde hiçlik var ya! Bir şey için çaba harcamanın neticesine inanmıyorlar, yani keyifleri yerinde. Uğraşmak, kafa patlatmak, proje üretmek tüm bunlar için gelgeç hevesler ve gençliğin baş döndürücü keyiflerinden vazgeçmek zor tabii. İnanmak zor geliyor. Başaracağına inansa ah bir inansa işte o zaman keyfinden geçilmez bu hayat.

TEŞEKKÜR EDERİM

Geçen hafta geçirdiğim küçük operasyon nedeniyle beni arayan, soran, mesaj gönderen tüm dostlarıma teşekkür ediyorum. Çok kişi minik rahatsızlığımı bu sayfadan öğrenmiş olacak zaten. Bu yüzden bana ulaşamayıp içinden de olsa geçmiş olsun dualarını mırıldanan tüm okurlarıma dualarımı yolluyorum. İnsan ne olursa olsun o hastane koridorlarında bedenini doktorlara emanet ettiğinde kendini bir acayip hissediyor. Bütün hayatı ve de anne iseniz çocukları, eşi, ailesi gözün önünden geçiyor. Bir minik gözyaşı damlası akıyor ameliyathaneye giderken kirpiklerinin ucundan. Bu süre içinde yanımda olan Çamlıca Medipol Hastanesi sağlık personeline ve doktorum Operatör Zeynep Çöltekin’e teşekkür ediyorum. Rabbim hepimize sağlık, sıhhat versin ve hekimlerimizi de yanı başımızdan eksik etmesin.

DAHA AZ İNSAN

Yaş ilerledikçe çok daha az insanla görüşmek istiyoruz. O insanlarla da belirli mesafeden görüşüp içlerinden ancak bir tanesiyle çok yakın dost olabileceğimizi de anlıyoruz. Aslında yaş aldıkça bu seçimleri yapıyoruz. Bir zaman sonra kendimizle dost olmak çok daha anlamlı oluyor. Bu kendini bilme, kendini çözebilme evresinden sonra olabilecek şeylerdir. Ama yetmişini aşmış hala egosundan ödün vermeyenler de var. Onlar da hayattan kâm alamamış kendi içlerindeki insanla buluşamamış nasipsizlerdir. Biz az ve öz insanla aynı yere bakabilen dostlar edinelim ve gereksiz kalabalıklardan uzak duralım.

DEVR-İ LALE MUSIKİSİ

Osmanlı sokaklarında en çok 16.yüzyılda görülmeye başlanan ve birbirinden farklı çeşitleriyle bir dönem zambak çiçeği sanılan, birçok doğa bilimcinin lale soğanlarını almak için İstanbul’a gemilerle seyahat ettiği, bu çiçeği görebilmek için neredeyse birbirleriyle yarışa giriştiği nadide bitkiler: İstanbul ve Osmanlı Lalesi.

Türk Mektupları adı altındaki eserin yazarı olan Flemenk diplomat 0.G. Busbeck (1522-1592) Edirne tarlalarında gördüğü bu bitkiye Türk halkının “Tulipan” diye seslendiğini yazılarında kaydettiği, Yaradan’ın ism-i celâlini sembolize ettiği için kutsal sayılan, Osmanlı kültür hayatına, mimarisine, çinilerine kadar damga vuran çiçek: Lale.

Bugünlerde içinde bulunduğumuz aylarda sanki İstanbul’da yeniden yaşanan bir devir: Devr-i Lale…

Oysa hayalimizde canlanan böyle bir devir, Lale Devri adı altında hiç yaşanmamıştır. Hiçbir kadim Osmanlı vakanüvisi tarafından böyle adlandırılmamıştır. Evet, yanlış okumadınız. Çocukken bütün tarih kitaplarımızda okuduğumuz 1718 - 1730 yılları arasında yaşandığını düşündüğümüz hayali Lale Devri’nin isim babası Şair, Yazar Yahya Kemal Beyatlı. (1884-1958) Türk Musıkisi’nin hayranı ve sıkı takipçisi olan, dönemin musikişinaslarıyla aynı meclislerde bulunan büyük şair “Bir Sakî, Şerefâbâd” gibi şiirlerinde de laleleri ve Lale Devri’ni anmadan geçememiştir.

“O şûh ağlar bugün Kasr-ı Şerefâbâd’e geldikçe

O nûşanûş demler hâtır-ı nâşade geldikçe

Ne cûşân-ı serab u lâle bir devr-i bahârıydı

Ki hâlâ çeşmeler pür-hûn olur her yâda geldikçe”

Derin düşününce, rengarenk bin ahenkle ruhları ve gönülleri hoş eden lalelerin devrinde nasıl ezgiler terennüm edilmiş, hangi duygular yaşanmıştı ki bu kadar büyük eserler ortaya çıkmıştı? Devrin başlangıcında dönemin bütün gösterişini, ihtişamını resmeden, aynı zamanda çöğür sazendesi olan Nakkaş Levnî‘ydi ( Abdülcelil Çelebi).

Dönemin ünlü padişahı Sultan 3. Ahmed’in şehzadelerinin sünnet düğününü resmeden Levnî Surnâme’de (Düğün Kitabı/ Surnâme-i Vehbi) birbirinden görkemli küme ve meydan fasıllarının yer aldığı yaklaşık yirmi yedi musıki meclisini tasvir etmiştir. Bu meclislerde kös, zurna, daire, çarpare, mıskal, ney, kemençe, tanbur, çöğür, kaval gibi çalgıların bulunduğu iki yüz seksen yedi çalgıyı nakşeder, durur. On beş gün süren bu temaşa, hay ve huy arasında ilm-i musıkide üstad, serhanende nam-ı diğer Burnaz Hasan Çelebi asıl adıyla bestekâr, mutasavvıf Enfî Hasan Hulûs Halvetî birbirinden güzel şarkılar seslendirmiştir. Kendisine saz heyetinde tanburiler ve neyzenler eşlik etmiştir.

Düğün Kitabı’nın yazarı olan şair ve musıkişinas Vehbi de dokuzuncu gündeki bu musıki sahnelerini şöyle yad eder:

-Serhanende gelenek olduğu üzere ses tonunu ayarlayarak, keyif veren bir taksimle girizgâh yapıp, yüzüne utandırıcı bir perde çekip, tefini eline alıp hoş nağmeler döktürüyordu. O esnada makamdan makama geçen sazendelere diyordu ki:

Ey çalgıcı! Eline alıp yine çağanaların,(…)

Ciğerde oynasa hey heylerin, teranelerin.

Devr-i Lale’nin şahitlerinden biri olan musıkişinas, yazar Şeyhülislâm Es’ad Efendi, musıkiyi himaye eden, dönemin meşhur sadrazamı Nevşehirli Damat İbrahim Paşa’ya ithaf ettiği eserinde (Atrab’ülAsâr) dönemin ünlü sazende ve hanendelerinin hayatlarını kaydederken, tüm İslâm coğrafyasında okunan Miraciyye’nin bestekârı Kutb-i Nây-i Osman Dede‘yi (v.1729) yazmadan geçemez. Nay-i Osman Dede, Lale Devri’nde bestekârlığının yanı sıra ebced notasıyla Türk musıkisi eserlerini Mevlevîhane’de nota defterine kaydeder ve lalelerin şarkılarının, ezgilerinin günümüze ulaşmasını sağlar. Bu nota defteri de müzikolog Rauf Yekta’nın ailesi tarafından korunarak günümüze kadar gelebilmiştir. Atrab’ül Asâr’da Devr-i Lale’de yaşamış olan yaklaşık on üç büyük bestekâr, hanende, sazende birbirinden farklı meslekler icra etmelerine rağmen devre damga vurarak, sarayın musıki meclislerinde de görev almıştır ve şarkıları dilden dile söylenir olmuştur.

Öte yandan dönemin usta şairlerinden, şarkı türünün üstadı Ahmet nam-ı diğer Nedim’in birbirinden anlamlı güftelerinin üzerine nağmeler giydirilerek besteler yapılmaya, Çerağan’da Sadabad’da çalınmaya devam edilmiştir. Lale devri tanıklarından ressam Vanmour bile Harem’de çöğür çalan cariyeleri, ellerinde çalpareleriyle raks eden rakkasları, çengileri resmetmektedir. Hoş elhanlı melodiler lalelerin mis kokularının arasına temas ederken, birbirinden şen meydan fasılları bağ ve bahçelerde devam ederken, geceleri kaplumbağalar sırtlarında yanan kandilleri tıngır mıngır taşırken, İstanbul boğazının sığ sularında yanan kandiller seyr-ü sefayı aydınlatsın diye yüzdürülürken, lalelerin masalı isyankâr Halil’in naralarıyla sona ermeye başlamıştır.

Işıklar söner, neşeler gider, meşhur fasıllar ve şarkılar yavaşça biter.

Oysa yine de Küçüksu’da gördüğü yârine âşık olan Tanburî Mustafa Çavuş’un meşhur şarkısı, İstanbul sokaklarında ve hanelerin cumbalı kafesleri ardında Devr-i Lale bitmesin dercesine çalınmış ve söylenmiş, kubbede halen hoş sada bırakmıştır.

Dök zülfünü meydana gel.

Sür atını hengama gel.

Al daireni hengama gel.

Bülbül senin, gülşen senin yâr.

ARTI EKSİ

Artı

Korona sayesinde

Covid 19 salgınından evvel hastanelere çiçek yollayanlar hasta ziyaretine gelenler çok olurdu. Artık kim kimdir, nereye gidiyor belli olmayacak şekilde o trafik yönetilemez bir hal alabilirdi. Dünyayı saran bu salgından sonra gelen kısıtlama ve tedbirlerin de kalıcı olduğunu gördük. Özellikle bu tedbirlerden hastane ile ilgili olanların kesin kural olarak kalması olumlu olmuş. Hastaya gelen onlarca çiçekler odada bekletilirdi. Gerçi son zamanlarda bu çiçekler oda kapısının önüne konurdu ama belirli saatlerde de olsa hastane ziyaretleri olurdu. Hastane ziyaretlerinin eve çıktıktan sonra yapılması ve çiçeğin eve gönderilmesi en doğru olanıdır.

Eksi
Yine yas sahnesi

Daha önce de yazmıştım ama yeri geldi geçemeyeceğim. Devletin kanalında çok izlenenlerde baş sırada olan bir dizide Baba karakteri ölüyor ve mezarlık başında bütün aile sanki batılı bir film sahnesinde gibi baştan aşağıya simsiyah giyinikler. Kadınların başörtüleri dahi siyah. Takım elbiseli erkekler ve düzgün giyimli kadınlar siyahlar içindeler. Bir yanlışlık olmasın diye bakıyorum mezarlık Müslüman mezarlığı mı diye. Çünkü topraklarımızda farklı dinlerden insanlarımız da var. Hayır! Müslüman mezarlığı, eminim. İslam dininde yas olmadığını ifade etmiştik. Tek tipleşme yoktur demiştik. Farklılıklar değerlerimizdir. İslam içinde de tek bir kıyafet tipi, renk ve şekil yoktur. Batı hatta pagan kültürüne ait olan bu simsiyah giysiler içinde yas tutma sahnesini kültürel değerlerimize hassasiyet göstermesi gereken bir TV kanalında gerçekleşmesi gaflettir.

GÖREV YÜKLEMEK

Sınıfın en yaramaz çocuğunu ne yaparsınız? Akıllı bir öğretmen böyle bir çocuğu sınıf başkanı yaparak ona kimlik ve kişilik yükler. Zaman içinde işe yaradığını hisseden çocuk sorumlulukla hareket etme gereğini duyar. Ama akıllı olmayan bir öğretmen yaramaz çocuktan sürekli şikâyet eder. İdareye, veliye ve çocuğu çocuğa şikâyet ederek durumu bir kısır döngüye sokar. Bu iş, içinden çıkılmaz bir hal alıncaya kadar devam eder. Sonunda çocuk okul değiştirir ancak sorunlar çözülemez. Çünkü ortada bir sorun vardır ve çözülmeyi bekliyordur. Çocukların hiçbiri birine benzemez. Öğretmen o çocuklardan faydalı birer birey çıkarmayı bilecektir. İdare yardımcı olacaktır. Veli ve idare aynı zamanda öğretmen, anlayış ve çözüm odaklı yaklaşan bir tutum benimseyecektir. Bu çağın çocuklarına sadece derslerden sorumlu tutmak yeterli gelmemektedir. Sosyal alanda da becerilerini ortaya koyacakları aktivitelerle çocuklara yol açmaları gerekir. Çocuk kendini görev alarak ve görevini yerine getirerek ben kimliğine ulaşır. Özellikle ergenlik öncesinde başlayan görev bilinci ile kendindeki potansiyelin farkına varan çocuk ergenlik gibi doğal geçişleri daha kolay atlatır. Korona dönemine denk geldiği için okulların açılmasına rağmen maalesef sosyal aktivitelerin birçoğu planlanamadı, gerçekleştirilemedi ve bu çocuklarda ciddi psikolojik sorunları ortaya çıkardı. Yeni okul dönemi için ciddi planlamalar gerekiyor. Bekliyoruz.