İrâdesi olmayıp içgüdüleriyle hareket eden göçmen kuşlar gibi mevsim bekliyorlar.
İrâdesi olmayıp içgüdüleriyle hareket eden göçmen kuşlar gibi mevsim bekliyorlar.
Çiçeklenecek ağaçlar gibi mevsim bekliyorlar.
Dondurma reklamı için yazın gelmesini bekleyenler gibi mevsim bekliyorlar.
Sevgisini göstermek için anneler gününü, sevgililer gününü bekleyenler gibi, uygun mevsim ve zaman kolluyorlar.
Bir birey olamayıp kimliklerin, sosyal güdülerin ve gündemin arkasına sığınanlar, sokak kavgasında bedâvadan tekme atmayı bekleyenler kabadayı bozuntuları gibi fırsat bekliyorlar.
17 Aralık’ın “Mevsim İşçileri”
Ölümünden yedi yüz yıl sonra Amerika’da iltifat gördüğü için “tatlı su laiklerimiz” ve “beyaz hümanistlerimiz” tarafından sokma akılla sevilen Hz. Mevlânâ, tam anlamıyla bir İslâm âlimidir. Şeriatsız tarikat olmaz, kuralını şiar edinmiştir ve bu kuralın vücûd bulmuş hâllerinden biridir.
1925’te kimseye sormadan, oldu bittiye getirilip üfürükçülükle bir tutularak kapatılan tarîkatlar, belli kesimlerin hâlâ hedefindedir. Bu kesimler birbirine düşman olsa da, tasavvufa karşı ittifak yapmakta zaman kaybetmezler. Amerika’da hümanizm kılıfına sokulduğu için “lâiklere sempatik” hâle gelen ve bu yüzden Türkiye’de “beyazlar”dan tepki görmeyen Mevlevîlik ve daha nice tarîkatın çatısı olan tasavvufa karşı birileri, aynı yerden emir almışçasına “şer cephesi” oluşturmaktadır. Bu cephenin oluşma mevsimi 17 Aralık’tır.
Birileri tamâmen “esnaf aklı” ile hareket edip piyasaya Mevlânâ ve Mevlevîlik ile ilgili kitaplar, semâzen temalı mumlar, tişörtler, kolyeler sürüyor; televizyonda bir hafta boyunca Mevlânâ konulu programlar, konser yapıyor. Birileri de bekledikleri mevsim gelmişçesine piyasa çıkıyor. Özelde Hz.Mevlânâ’ya ve genelde tasavvufa veriyor, veriştiriyor. Kulaktan dolma bilgilerle, Oryantalist literatürden ithâl edilen sokma akılla, birilerinin lütfuyla elde ettikleri imkânları hakarete ve tekfire asker ediyorlar.
Erdoğan’a Yaranma Hevesi
Gazetecisinden akademisyenine belli mahallenin çocukları, başka oyuncakları olmadığı için patlak topla oynamak zorunda kalan çocuklar gibi, laf paslaşması yapıyorlar. Hep bir ağızdan konuşunca seslerinin çok çıkmasından yararlanıp haklı zannedileceklerini düşünüyorlar.
Dahası, gelecek yorum ve eleştirileri bertaraf etmek için “torba yasa” çıkarırcasına, sözlerinin başına “FETÖ”yü koyup dokunulmazlık elde etme kurnazlığı yapıyorlar. FETÖ’nün kuruluğundan yararlanıp esas hedefleri olan yaşları yakmaya çalışıyorlar. Tasavvufa “şirk” yaltası yapıştırıyorlar. Ellerindeki tesbihin ve câmi kubbesinin Hristiyanlık’tan; “namaz” kelimesinin Hintçe “namaste” kelimesinden geldiğini bilmeden, “tasavvufun kökeni, Budizm’dir” diyorlar.
Falanca akademik unvan ve filanca üniversitenin adıyla arz-ı endam edip boş atıp dolu tutmaya çalışıyorlar. FETÖ’nün hâinliğinin yaydığı ateş ile hedef çarpıtıp bin yıllık tasavvufa saldırıyorlar. Prof.Dr. Mahmud Erol Kılıç’ın Yeni Şafak gazetesindeki 24 Aralık 2017 târihli yazısında şamaroğlanına çevirdiği bu güruh, isim verilmediği hâlde muhatap alındıkları için çok sevinmişlerdir. Ama bu güruhun esas amacı, “Kur’an Şövalyeliği” yapıp Cumhurbaşkanımızın dikkatini çekmek ve “olmayan Yuvarlak Masa”ya oturmaktır.
“Kur’ân-ı Kerim aklımızı kullanmayı emrediyor” diyerek arkasına sığındıkları sütrenin gerisinden tasavvufa saldırırken, FETÖ’yü anahtarlık yapıp bu anahtarlığa İbn Arabî, Hz. Mevlânâ, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Beyazıd Bestâmî, Cüneyd-i Bağdâdî, Ahmed-er Rifâî, Abdülkadir Geylânî, Şah-ı Nakşibendî’yi takmanın vebâlini nasıl ödeyeceklerini hiç düşünmüyorlar.
FETÖ ile bir tuttukları bu isimlerle aynı kaynaktan beslenen Şeyh Edebali’nin Osman Gâzi’yi yetiştirdiğini, Sultan II. Mehmed’i “Fâtih” yapan mânevî gücün Akşemseddin olduğunu neden hesâba katmıyorlar? Onlar için “Fâtih’in Torunu” olmak, her hâlde sezon başı kombine bilet alınan takımın taraftarlığı kadar basit olmalı ki, iddialarının ne derinliğini ne de gideceği yeri hesap edemiyorlar. “Fâtih’in torunu olmak” kim, bunlar kim! Siyasal iktidara yaranma sevdâsında olan bu tipler, olsa olsa Fâtih’in gücüne âşık olup rûhuna düşman olurlar. Bu düşmanlık da onları, Prof.Dr. Mim Kemal Öke’nin 24 Aralık 2017’de Star’a verdiği röportajda belirttiği “şer ittifakı”na asker yapar.
Sağdan soldan duydukları dedikodularla “Vahdet-i Vücûd” anlayışını Budizm zannedenler, acaba İmâm-ı Azam ve İmam Mâturidî’yi hiç okudular mı? Bırakalım okumayı hiç duydular mı? Duydularsa bile, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Hakan Fidan ve Orgeneral Hulusi Akar, İmam Mâturidî’nin kabri önünde fotoğraf çektirmeden önce bu isimden haberdarlar mıydı? FETÖ’yü de Vahdet-i Vücud sınıfına koyduklarına göre, FETÖ’yü de tanımamışlar.
Asıl şizofren kim acaba!
Çiftleşme zamânı gelmiş güvercinler gibi kabara kabara gezinip, “Fâtih’in torunu” olmayı slogan yapanlar, Akşemseddin’in kim olduğunu öğrenmeden ahkâm kesiyorlar. Gördükleri rüyâdan uyanıp icad yapan Avrupalı mucitlere hayran olurken, kitaplarını gördükleri rüyânın etkisiyle yazanlara şizofren demeden önce iyi düşünsünler. Onlar da çok iyi bilirler ki, “şizofren” kelimesi o zaman olmadığı için, Mekkeli müşrikler, Resûlullah Efendimiz’e “cin çarpmış” iftirâsını atmışlardı.
Tabi ki sorsanız Akşemseddin’e toz kondurmazlar. Ama Akşemseddin’in düşünce ve inanç yapısını bilmedikleri için, o düşünce ve inanç yapısına hakâret ederken, Akşemseddin’e küfrettiklerinin farkına varamazlar.