"Neo-liberal politikaların üretmiş olduğu krize cevap vermek sosyal demokrasinin kendi içerisinde yaşadığı krizi çözmesiyle alakalı."
Portekiz’de geçtiğimiz hafta yapılan seçimler sonucunda Sosyalist Parti tarihinde ikinci kez parlamentoda salt çoğunluğu ederek yeniden iktidara geldi.
Kasım 2015’ten bu yana iktidarda olan SP, 2019 yılında yapılan seçimlerde Sol Blok, Komünist Parti ve Yeşiller’in desteğini alarak azınlık hükümeti kurmuştu. Şimdi ise hükümeti tek başına kuracak çoğunluğu sağlamış durumda.
Pandeminin başlangıcından bu yana dünyanın çeşitli yerlerinde yapılan seçimlerde sol partilerin uzunca bir süreden sonra iktidara gelmeleri solun yükselişte olup olmadığını düşündürtüyor.
Almanya’da sosyal demokrat Scholz’un başbakanlık koltuğuna oturması, Norveç’te sosyal demokratların on yıla yakın bir süreden sonra yeniden iktidara gelmesi, Şili’de eski öğrenci hareketi lideri Boriç’in kazanmış olduğu zafer bu sorunun cevabına ilişkin ipuçları verebilir.
Dünyayı iki senedir esir alan pandemiyle birlikte ülkelerin neo-liberal sağlık politikalarında yaşanan çöküş bireylere sosyal devletin ne kadar önemli bir olgu olduğunu hatırlattı.
“Süper güç” denilen ABD’de pandemiyle birlikte kişilere çıkan astronomik hastane faturalarının yanında bu sağlık krizinde yaşanan trajik görüntüler yeni bir reform ihtiyacını doğurduğunu da apaçık gösteriyor.
Dijitalleşme ve e-ticaret noktasında dünyada yaşanan hızlı reaksiyonlarda ulus-devletlerin bu değişime direnmekte zorlanacağını açıkça ortaya koyuyor.
Fakat yaşanan tüm bu hadiselerin ışığında solun yükselişte olup olmadığını söylemek zor olduğu gibi ortaya çıkan reform ihtiyacının da ne kadar “özgürlükçü” bir perspektif ortaya koyacağı tartışmalı.
Çünkü bireylerin temel hak ve özgürlüklerinden sağlık söz konusu oldu mu feragat edecek olması devletlerin de aşırı bir inisiyatif alma hakkını beraberinde getiriyor. Bunun nerede duracağı da belirsiz.
Liberal politikalara da geçiş aslına bakıldığında tarihsel olarak sosyalist ekolün diktatörlüğe varan uygulamalarıyla ilişkili.
Her ne kadar dünya üzerinde yaşanan ekonomik sıkıntılar, büyüyen eşitsizlik rakamları, sosyal devlet ilkesini benimsemeyen ülkelerde salgının kötü yönetilmesi devletin bireylerin maruz kaldığı sıkıntıları çözme noktasında bir sorumluluk alma talebini kuşkusuz arttırıyor.
Fakat refahın eşit paylaşımı dendiğinde solun kitaplarda yazan “pembe hayalleri” akla gelse de bu politikalar hayata döküldüğünde ortaya çıkan resim seçkinci iktidar erkinin diktatörlüğe kayan uygulamaları ve yoksulluk.
Sosyal demokrasi kendi içerisinde olan bu krizi çözebilmiş değil, halkların sıkıntılarına ilişkin bir değişim talebi içermesi de solun çözüm sağlayacağına olan inançtan beri gelmiyor. Sadece sonu düşünülmeyen bir değişim bilinçsizliğinden geliyor.
Bakıldığında da neo-liberal politikaların üretmiş olduğu krize cevap vermek sosyal demokrasinin kendi içerisinde yaşadığı krizi çözmesiyle alakalı. Anlayacağınız, yaşanan değişimin bir panzehir etkisi olmayacağı çok açık.
Çünkü solun da beslendiği alan sürekli bir popülizm trendi oluyor. Bu da yaşanılan sorunların daha da kökleşmesine sebep oluyor. Çünkü kafadaki o “devrim hayali” oldu-bittiyle sağlanacak bir şey değil, sosyolojinin zaman içinde dönüşmesi ve evrimleşmesiyle ilgili.
Türkiye’ye bakıldığında da AK Parti’nin son yirmi yılda uyguladığı başarılı sosyal politikaların İdris Küçükömer’i haklı çıkaracak cinsten olduğu açık.
Solun yoksul kesimden koparak tek enerjisini “yeni bir seçkinci kitle” yaratmaya harcaması da bugüne kadarki başarısızlığını ortaya koyuyor.