Depremin sebepleri bizim önleyemeyeceğimiz büyük jeolojik süreçlerdir.

Öncelikle İzmirli vatandaşlarımıza geçmiş olsun dilerim. Allah sağ olanlara acil şifalar versin, şehitlerimize de rahmet eylesin. Deprem yaşamış bir bölgenin çocuğu olarak ne acılar içinde olduklarını biliyorum. Bu yüzden bugün deprem, sebepleri ve sonuçları üzerinde duracağım.

***

Depremin sebepleri bizim önleyemeyeceğimiz büyük jeolojik süreçlerdir. Özellikle Türkiye gibi üç büyük kıtanın birbirini itip çektiği bir bölgenin ortasında yer alan bir ülkenin depremlerle yaşamak zorunda olduğu aşikârdır. Deprem bize uymayacağına göre bizim depreme ayak uydurmamız gerekir.

“Hocam, depreme nasıl uyum sağlarız? Bu makul bir söz mü?” Depreme uyum sağlamak derken kastettiğim, deprem riskinin yüksek olduğu bölgeleri tespit etmek ve yerleşim yerlerini planlarken deprem riskinin düşük olduğu bölgelere öncelik vermektir. Ancak bu yeni kurulacak yerleşim yerleri için geçerlidir. Ya, yüksek deprem riski olan ve çoktan beridir yerleşim yeri olan şehirlerimiz ne olacak? Örneğin bütün Marmara Bölgesi, İzmir, Erzincan, Muş, Van gibi birçok şehirlerimiz bu durumdadır. Bu şehirleri boşaltalım mı? Bu da mümkün değildir. O zaman bu şehirlerimizi depreme daha dayanıklı binalarla donatmamız gerekmektedir. Ancak bu da çok kolay değildir. Çünkü özellikle Marmara Bölgesi çarpık kentleşme ve orantısız sanayileşmenin çok güzel bir örneğidir. Kısaca sahneyi gözlerinizde canlandırayım: Resmi verilerle 83 milyon nüfusu olan Türkiye’de İstanbul 15,5 milyonu biraz geçen, Bursa 3 milyonu biraz aşan, Kocaeli 2 milyona çok yaklaşan, Tekirdağ ve Sakarya da 1 milyon bandını aşan nüfusa sahiptir. Yalova’yı da dâhil ettiğimizde bu bölge nüfus toplamı 22,9 milyon kişiye ulaşmaktadır. Bu da Türkiye nüfusunun yüzde 27,53’ünü oluşturmaktadır. Neredeyse Türk vatandaşlarının üçte biri bu küçük bölgede yığılmıştır. Pekiyi bu bölge ne kadar üretim yapmaktadır? Kabaca sadece İstanbul Türkiye GSYİH’sının yüzde 31’ini İstanbul üretirken, İstanbul, Bursa ve Kocaeli birlikte yüzde 39’unu ve saydığım iller toplamı da yüzde 42’ini üretmektedir. Bunu hangi kentsel örgütlenme uzmanı ve iktisatçıya sorarsanız sorun, size çok çarpık ve orantısız bir yapı olduğunu söyleyecektir. İşte böyle bir durumla iç içeyiz.

Bu hengâmede insanlar arasında tartışmaya açılan yeni bir iddia da ortaya atılmıştır: Deprem fakirleri öldürür, zenginler depremden etkilenmezler. Bu istatistiki olarak doğrudur. Sadece deprem değil, koronavirüs gibi salgın hastalıklar, sel yangın ve bunun gibi doğal afetler de en çok fakirlerin ölmesine ve zarar görmesine yol açmaktadır. Dolayısıyla, “İnsanları deprem değil, fakirlik öldürüyor!” söylemi ilk bakışta doğru gibi görünmektedir. Ancak, sadece ilk bakışta… Biraz daha derine inmemiz gerekirse fakirliğin depremin de ölümlerin de sebebi olmadığını görürüz.

Depremin veya salgınların daha çok fakir kesimlere etki ettiğini istatistik veriler bize söylemektedir. Ancak, bir ülke büyürken fakirliğin de artması nasıl açıklanabilir? Bu ancak büyümenin ucuz işgücüne dayalı sanayiler öncülüğünde olmasından kaynaklanır. Geniş emekçi kitleler ucuza çalışırlar, ucuz işgücünün kullanıldığı hizmetler, tekstil, inşaat, gıda gibi sektörlerdeki sermayedarlar da paralarına para, servetlerine servet katarlar. Bu yapı kontrolsüz ve denetimsiz kapitalist sistemin özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki yansımasıdır. Bir de bu ülkeler küreselleşme vesilesi ve kısa görüşlü siyasilerin marifetiyle küresel tefeciler ve uluslararası kartellerin oyun alanı haline gelirse sonuç adaletsiz gelir dağılımı, fakirlik yaratan büyüme, çarpık kentleşme ve orantısız sanayileşmedir.

Burada önemli bir noktayı da belirteyim. Analizde fakirlik “nispî fakirlik” olarak kullanılmaktadır. Genelde bizde nispî fakirlik ile mutlak fakirlik karıştırılmaktadır. Nedir nispî fakirlik? Bir ülkenin ortalama gelirine göre istatistiki olarak çok düşük gelir düzeyinde olmak. Bu anlamda Amerika’da fakir olarak görülen bir kişi Türkiye’de orta gelirli sayılacaktır. Eğer bir ülkede, ülke büyürken o ülkede nispî olarak fakir sayılanların nüfus içinde oranı artıyorsa orada fakirleştiren büyüme vardır. Mutlak fakirlik kavramı ise yaşama için gerekli zorunlu ihtiyaçlarını bile karşılayamamak anlamına gelir ki, bu da ancak az gelişmiş ülkelerde geçerlidir. Örneğin Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Bahçeli’ye verdiği cevapta “Bu ülkede eve ekmek götüremeyen mi var?” diye sorarken mutlak fakirliği kastetmekteydi. Türkiye’nin gelişmişlik düzeyindeki bir ülkede mutlak fakir konumunda olan insanlar nüfus içerisinde önemli bir düzeyde olmaz. Ancak Türkiye’de nispî fakirlik artmaktadır. İnsanların çoğu bundan 10 sene önce sahip oldukları satın alma düzeyi ve tüketim miktarına sahip değildir.

Tekrar gelelim depreme… Türkiye son 40 yılda “serbest piyasa ekonomisi” denilen bir hastalığa yakalanmıştır. İş adamları kendileri için en kârlı olacak alanlara çok düşük maliyetle ve bir sürü de teşvikle yatırım yapabilecekleri için buna destek çıktılar. Siyasiler kamu müdahalesinin kendileri açısından olumsuz sonuçları ve fazla mesaisinden kurtuldular, kısa dönemde özelleştirme yolu ile rantları oya çevirdiler, üretim gücündeki nispî azalma yabancı sermaye ve dış borçla makyajlandı, bu da yaratılan borç ekonomisinin sonucunda oluşan sahte refah dönemleri ile pekiştirildi. Milli menfaatler doğrultusunda planlama yapmak ve bu planları uygulamak, hem iş adamlarının hem de siyasilerin ayaklarına bağ olmaktaydı. Bu sihirli “serbest piyasa ekonomisi” sayesinde bu ayak bağından da kurtuldular.

Sanayiciler ve onların “tek dişi kalmış canavar” olan Batılı ortakları limanlara en yakın yerler olan Marmara Bölgesi’ne yerleştiler. Anadolu’nun her tarafında özelleştirilen kamu firmaları ki, bunlar limanlar, enerji santralleri, temel sanayi kurumları, rafineriler gibi kurumlardı, ya teknoloji gerileyene kadar kullanılıp ya da daha ilk alındığı anda AVM ya da eğlence merkezlerine, turizm işletmelerine veya lüks sitelere dönüştürüldü. İstanbul’un taşı toprağı altındı ya, bu altınlığın sebebi Anadolu’nun diğer bölgelerinde nispî olarak sanayi üretiminin gerilemesiydi. Bu yüzden 1980’den bu yana Anadolu kasabalarından akıp gelen işsiz güçsüz lümpenler Marmara Bölgesine yığıldı. Bunlara ucuz, derme çatma ve güvenliksiz konutlar yasa dışı yollardan sağlandı. Sonra da siyasiler seçimlerde oy alabilmek için birbiri ardına imar affı çıkardılar. Bir Adapazarlı olarak bu gelişmeyi Sakarya ilinde birebir yaşadım. Bir örnek vereyim o günlerden: Rahmetli Demirel, Adapazarı’nın “adam eksen adam bitecek” birinci sınıf tarım arazilerinde (ki bu bölge altı yeraltı nehirleri ile kaplı ve birinci derece deprem bölgesidir, DMD) bir Japon firmasının otomobil fabrikası açmasına itiraz edenlere “Patates biteceğine otomobil bitsin!” diyerek karşılık vermişti. Alayı vâlâ ile açılış yapılan fabrika 1999 depreminde zeminden 1 metre alta indi. Allah’tan Japonlar deprem uzmanıydı da fabrikayı kurtarabilmişlerdi. Ancak burada ki temel problem, ekonomik kalkınmayı milli ve toplumsal yarar gözeterek merkezi plana bağlı olarak değil de, kısa yoldan ve ucuza kâr etmeyi amaçlayan sermayedarın insafına bırakmaktı. Bunu yapınca da ne olacağı bellidir: İlk önce nispî fakirlik ve gelir dağılımındaki eşitsizlik artar, ardından doğal felâketlerin sonucunda gerçekleşebilecek ölüm oranları artar. Yani önce mal güvenliği azalır, sonra da can güvenliği.

Eğer nüfus ve sanayi tesisleri Anadolu’ya daha dengeli dağıtılsa, mevcut şehirlerde imar planlarına harfi harfiyen uyulsa idi, o takdirde, kentsel dönüşüm süreci çok daha ucuza ve çok daha çabuk tamamlanabilirdi. Sonuç olarak, depremlerde çok daha az can kaybı verebilirdik.

Sorulması gereken bir soru daha var: “20 senedir toplanan deprem vergilerine ne oldu?” Ben sorunun cevabını bilmiyorum, bilen varsa söylesin…