Askerî okulların mezuniyet törenlerinde gelenekte olmayan bir uygulamaya şâhit olduk. Yeni teğmenler kılıçlarını çekerek yemin ettiler. Ve biad mı, protesto mu tartışmaları yine başladı.

Yazının başlığını okuyunca aklınıza neyin geldiğini az çok tahmin edebiliyorum. Ama tahminim doğru ise önyargılarınıza yenildiğinizi söylemek isterim. Boğaziçi Üniversitesi’nde Prof.Dr. Metin Bulu’nun rektör olarak atanmasıyla başlayan ve hâlâ devam eden süreçte, Boğaziçi Üniversitesi’ndeki toplam hoca sayısına kıyasla küçük bir azınlığı oluşturan ama üniversitenin tamâmını temsil ettiğini zan ve iddia eden bâzı hocalar, rektörlüğün önünde rektörlüğe sırtlarını dönerek protesto eylemi yaptılar.

Cübbeli ve ayakta durarak yapılan eylem, Prof.Dr. Mehmet Naci İnci’nin rektör olmasından sonra da devam etti. Yaz tâtili geldiği ve yıllık izinlerini kullandıkları için eyleme ara vermiş olabilirler. Protesto eylemi sebebiyle derslere girmedikleri için yorulmuş olabilirler. Dinlenmek onların da hakkı! “Kayyum rektör” atadığını iddia ettikleri siyasal iktidar değişirse, önce kendilerine destek veren birkaç başörtülü kız öğrenciyi fişleyip kapı dışarı edecek ve cadı avına çıkacak olan bu “akademik cübbeliler” önümüzdeki akademik yılda protesto eylemlerine devam ederler mi göreceğiz.

Başka bir protesto eylemi olarak ODTÜ’de rektörlük görevine yeni başlayan Prof.Dr. Ahmet Yozgatlıgil’in bu göreve gelmesine tepki olarak bir hoca görevinden istifa etti. Yanlış anlamayın üniversiteden yâni kadrolu memurluktan istifa etmedi. Doktor öğretim üyesi (eski ifâde ile Yardımcı Doçent Doktor) Bilge İmer Metalurji ve Malzeme Mühendisliği bölüm başkan yardımcılığı görevinden istifa etti. Protestonun azı çoğu olmaz ama bir ODTÜ’lü olarak sormak istiyorum, bu hocamız bölüm başkan yardımcısı değil de, bölüm başkanı, dekan, enstitü müdür olsaydı yine görevinden istifa eder miydi? Senelerdir slogan atmaktan başka bir eylemine şâhit olmadığımız kendini ODTÜ’nün sâhibi zanneden bu tayfaya yeni katılanlarda da gelişme emâresi yok.

4 Eylül 2024’te ODTÜ’de yapılan mezuniyet töreninde “birinci” sıfatıyla konuşma yapan Ali Yıldız, giydiği cübbenin sâdece bir mezuniyet cübbesi olduğunu unutarak “Bilim bu değil” şeklindeki sloganlarla kendi çapında racon keserek “akademik jakobenlik” kimliğini çoktan edindiğini gösterdi. Acaba Millî Şef zamânında böyle bir konuşma yapabilir miydi? Konumuzun “Millî Şef” ile ne alâkası var, diyebilirsiniz. Şöyle alâkası var:

Hangi cumhurbaşkanına biad?

Gelelim cumhurbaşkanına biad eden üniversite hocalarına. Rektör atamalarına tepki göstermeyen hocaların biad ettiği zannetmeyin. Çünkü günümüzde böyle bir biad ne söz konusu ne de isteniyor. Hocalar işlerini yapsın, akademik görevlerini yerine getirsin, kaliteli eğitim versinler yeter.

Cumhurbaşkanına biad etme olayı bildiri metniyle, imzâsıyla seneler önce oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk üniversitesi ve ilk fakültesi Ankara Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin hocaları, Türkiye’de “tek parti” iktidârının devam ettiği yıllarda 1944’te kendine “ebedî ve millî şef” ünvânı verdiren Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye biad ettiklerini bildiren bildiriye imza attılar. Yâni “Ebedî ve millî Şef’in direktifleri doğrultusunda bilimsel çalışma yapacaklarını belirten metni imzaladılar.” (Kurtuluş Tekeli, Türk Düşünce Dünyasında Yol İzleri, İletişim Yayınları, 2021, s.76) Kurtuluş Tekeli’den alıntı yaptığım cümleyi tekrar okuduğumuzda “direktifle bilimsel çalışma yapmak” gibi tuhaf bir ifâde ön plâna çıkıyor. Atatürk’ün ifâdesiyle “fikri hür, vicdânı hür, irfânı hür” nesiller yetiştirmek ve “bilimsel” çalışma yapmak için açılan ve ilk olması hasebiyle daha sonra açılacak üniversitelere örnek teşkil edecek üniversitenin hocaları neden böyle bir metne imza atarlar?

Bu biadın iki tarafı var. Birinci tarafında bunu yapan hocalar, diğer tarafında da bunun yapılmasını isteyen “Millî Şef”. Bunu fakülte hocaları “yandaşlık” olarak yaptıysa (ki öyle değil) Cumhurbaşkanı İnönü’nün buna engel olması ve kınaması gerekir. Bu biad, Millî Şef İnönü tarafından istendiyse (ki öyle) buna fakülte hocalarının itiraz etmesi gerekir. Hocalar itiraz etmedi ve imzâladı. Ve belki de din ile devlet işlerini ayırarak laik bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’, bilim ile iktidârı birleştiren daha doğrusu bilimi iktidârın güdümüne sokan virüs bulaşmış oldu. Üniversite üzerinden bulaşan bu virüs diğer alanlara da yayılmıştır. Cumhuriyet dönemi Türk tiyatrosu denilince aklan gelen ilk isim olan Muhsin Ertuğrul, sürekli olarak tiyatroya devlet yardımının zorunluluğunu vurgulamıştır.

“Çankaya’nın icazetiyle çıkan Kadro dergisi de yazarlarının ifadesiyle millî kurtuluş hareketlerinin ideolojisini oluşturan siyasal iktidarın önemli liderlerinin sözleri, düşünceleri gündeme geldiğinde tartışmak yerine ‘direktifler tartışılmaz’ düsturuyla düşünsel mücadelede baskın çıkmayı denemiştir” (Kurtuluş Tekeli, A.g.e., s.81). Evet yanlış okumuyorsunuz. Direktifler tartışılmıyor!

Oysa bu direktifleri verenlerin en başındaki isim olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün “Benim sözlerimle bilimin söyledikleri arasında kalırsanız, benim söylediklerime değil, bilimin söylediklerime itibar edin” sözü unutuluyor. Şimdi sırf oy vermedikleri bir siyâsî parti ve bir cumhurbaşkanı demokratik ortamda yapılan seçimlerle iktidar oldu diye, masrafları için maddî hiçbir sorumluluk almadıkları üniversiteye rektör olarak atananları cübbelerini yiyip sırtlarını dönerek protesto ediyorlar. Peki aynı protestoyu 1942’de metni imzalamamak için yapsalardı ne olurdu? Burhan Belge’nin “İnkılâp yürüyor ve Dârülfünun geridedir” dediği ve Şevket Süreyya Aydemir’in ifâdesiyle “inkılâbın emrinde tek bir orijinal sayfa neşretmemesi” sebebiyle kapatılan ve hocaları kapıya konan Dârülfünun’un âkibetini biliyoruz.

DTCF’de ise hocaları Hilmi Ziya Ülgen, o dönemde açık açık Marksist olduğunu yazmış olsa da, öğrencileri olarak Niyazi Berkes, Behice Boran, Muzaffer Şerif Baloğlu ve Pertev Naili Boratav, Marksistlik suçlamasıyla fakülteden uzaklaştırılmıştır. Pertev Naili’nin Marksistliği için, derslerde Hüseyin Rahmi Gürpınar kitaplarını incelettiği, Niyazi Berkes’in “köylümüz fakir, ilkel bir yaşam sürüyor” demesi delil(!) olarak gösterilmiştir. Ama Hilmi Ziya Ülken de 1960’larda değişen fikirleri sebebiyle “bilimsel” çevrelerde linçten geç de olsa nasibini almış ve Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin kuruluşunda görev verilmiştir.

Elbette yüzyıla yaklaşan bu süreçte olan, üniversitelerin bilimsel, akademik kimliğine olmakta ve birikim oluşmamasının yanı sıra, bir üniversiteyi gerçek bir “okul” yâni “ekol” yapan gelenek oluşmamaktadır. Cumhuriyet Türkiyesi’nin ilk fakültesi olan Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi üzerinden bulaşan ve açılan her üniversiteye ve toplumun her kurumuna bulaşan virüsün aşısı bulunana kadar biz üniversitelerdeki tek sorunun sâdece “her ile bir tâne açılması” zannedeceğiz. Aşının bulunması için soruna biraz geri gidip bakmakta yarar var. Virüsün ortaya çıktığı yılların mağdurlarından Niyazi Berkes, 1945-1950 yılları arasındaki yaşananlar için 1965 yılında yazdığı şu ifâdeler yazıyı sonlandırmak adına uygun bir alıntı olacak:

“Bu genel çılgınlık içinde düşünce sustu. Türk siyasi düşünüşünü her devirde güdükleştiren ‘hayalat’ ideolojilerinin çeşitleri, sayısız simaları çıktı. Türk düşünüş tarihinde bu devir kadar utanç verici, bu devir kadar fikir ve değerlerin aşağılaştırıldığı, bu devir kadar saldırganın terbiyesizleştiği bir devir yoktur. (…) Bu devrin aynı derecede utandırıcı yanı, aydınların çoğunun bu rezalet karşısında susması, vardığı sonuçlara karşı umursamazlığı olmuştur. Çoğu Atatürk zamanının yetiştirdiği bu aydınların bu duygusuzluğunda, eğitim sisteminin Kemalizme ayak uyduramayan sakatlıklarının rolü olmuştur.

Atatürkçülüğün, aydın kütlesi arasında ne kadar yüzeyde, ne kadar takma kaldığını görmek, o zamanın ıstırabını çekenlerin acısını büsbütün derinleştirmiştir. O zamanın aydınları, bugünkü aydınların gösterdiği canlılığı gösterebilmiş olsaydı, Türk toplumsal ve siyasî düşünüşü gelişebilecek, siyasî hayata şuur ve fikir katabilecekti. Bu başarısızlıkta, kendini Batıcı sayan aydınların, özellikle toplumsal bilimlerde yer alan profesörlerin sorumluluğu en az gericilerin sorumluluğu kadar büyüktür.” (Niyazi Berkes, İki Yüz Yıldır Neden Bocalıyoruz?, İstanbul Matbaası, 1965, s.145-147)