Annem ve babam ilkokul mezunuydu; onlar okuyamamıştı ve tek istedikleri çocuklarının okuması ve üniversite bitirmesiydi.

Eğitim deyince aklımıza birçok kavram geliyor: Okullaşma, tevhid-i tedrisat, okuma-yazma seferberlikleri, köy enstitüleri, zorunlu eğitim, zorunlu eğitimin 28 Şubat sürecinde sekiz yıla çıkartılması, bâzı okulların ortaokul kısımlarının kapatılması, zorunlu eğitimin on iki yıla çıkartılması, okul ve derslik sayısının artması, taşımalı eğitim, yurt dışı eğitim, yabancı dille eğitim(!), çift dilli eğitim, kolej eğitimi, her ile bir üniversite, vakıf üniversiteleriyle birlikte hayırseverlerin eğitime destek vermesi, eğitim alanında faaliyet gösteren binlerce sivil toplum kuruluşu, kız çocuklarının okula gitmesinin teşvik edilmesi, uzaktan eğitim, çevrimiçi eğitim ve daha birçok dolaylı ve dolaysız olarak ilgili kavram zihnimizde canlanıyor. Her birisi üzerine sayfalar dolusu yazı yazılabilir. Bu köşede bu başlıkların bâzılarıyla ilgili, özellikle yabancı dille eğitim garâbetini defâlarca takdirinize sundum.

Bir iki ay sonra ilk yılını dolduracak küresel salgın sebebiyle okul ve eğitim uygulamalarındaki zorunlu değişiklikler sebebiyle, okul kavramının da niteliği değişti. İlkokulun ilk gününden itibâren üniversitenin mezuniyet gününe kadar benzersiz bir sosyalleşme imkânı sunan okul ortamı, bir süre daha ekran başında, tek başına ders anlatma ve tek başına ders dinleme şeklinde süreceğe benziyor. Dolayısıyla öğrenme ve öğretme süreci, sâdece (teknik anlamda) akademik bilgi aktarımı seviyesinde kalacak gibi gözüküyor. Okula gitmeyi sevdiremediğimiz öğrenciler, hangi yaşta olursa olsunlar, bu durumdan gayet memnun. Eskiden sabah derslerine “Hocam saat 9’da ders mi olur” deyip ayaklarını sürüyerek gelen öğrenciler, dersten birkaç dakika önce yataktan kalkıp, ders oturumunda “çevrimiçi” olduktan sonra tekrar yatağa girebiliyor. Uykusundan biraz fedakârlık(!) yapabilenler dizüstü bilgisayar ya da tabletlerini yatağa alıp ders yapıyor(!). Dolayısıyla sosyalleşme seviyesi, sıfıra yaklaşık değerlerde seyretmektedir.

Durum böyle olunca, okulların ve özellikle üniversitelerin sosyalleşme işlevi de işlememiş oluyor ve “üniversite mezunu olma kültürü” gelişmiyor.

Ben üniversite mezunu değilim

“Hocam biz sizi üniversitede hoca diye biliyorduk” dediğinizi duyar gibiyim. Evet, üniversitede hocayım. Yâni lisans, yüksek lisans ve doktora olmak üzere üç üniversite okudum. Ancak kültürel altyapı olarak, birçok Türk vatandaşı gibi, ben de ortaokul mezunu sayılırım. Zira üniversite mezunu bir anne-babanın çocuğu değilim. Annem ve babam ilkokul mezunuydu. Bu yüzden ortaokul ve lisedeki derslerime anne ve babam değil, ablam ve abim yardım etmişti. Üniversite kavramıyla ilk olarak abim üniversiteyi kazanınca karşılaştım. Mesela üniversitede “fakülte” diye bir şey olduğunu ve onun başındaki kişiye de “müdür” değil “dekan” dendiğini o zaman öğrendim. Abimin fakültesi evimize yakın olduğu için, liseye gider gibi gidip geliyordu. Ablamın lise arkadaşları üniversite kazanınca konuştukları konular değişmeye başladı. Ama bunların çok azı üniversite kültürüydü. Üniversiteyi kazanıp İstanbul’dan Ankara’ya gidince, öğrenci evi, yurt, vize, final, yaz okulu gibi şeyleri tecrübe etmeye başladım. Ama üniversite mezunu insanların nasıl yaşadıklarını lisans eğitimin sırasında bile pek fazla gözlemleyemedim.

Üniversite mezuniyeti üç nesil ister

Annem ve babam ilkokul mezunuydu; onlar okuyamamıştı ve tek istedikleri çocuklarının okuması ve üniversite bitirmesiydi. Ama gerçek üniversite mezuniyeti üçüncü nesilde olur. Yâni bir insanın anne ve babasından önce dedesi, babaannesi ve anneannesi üniversite mezunuysa ancak o zaman o insan üniversite mezunu olur. Dedesinin kitaplarının durduğu kütüphâneyi gören babasının ve annesinin kendi kitaplarıyla aynı evde büyüyen biri ancak gerçek anlamda üniversite mezunu, yâni entelektüel olabilir.

Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci ve üçüncü nesli olan bizler, iki nesil öncesi üniversite mezunu olan bir neslin çocukları değiliz. Üniversite mezunları ve öğrencileri Çanakkale’de şehit düştüğü için birkaç yıl mezun veremeyen liseler varken, üniversite mezuniyeti bir nesil için sâdece çocuklarının gerçekleştireceği bir hayâl olarak yaşadı.

Mayalık aydın

Harf Devrimi ile vurulan darbe bir yana, evindeki kitapları “yasaklı” diye yakmak zorunda kalan bir önceki neslin mirasçılarıyız. Toplumda maya niyetine bile aydın kalmaması için on senede bir vurulan askerî darbeler, bizi durumunda vahâmetini bile anlayamayacak hâle getirdi. Bugün sâdece “okumuyoruz” yakınmalarıyla yüzeysel sorunları tartışıyoruz.

Üniversitedeki dersler sırasında fırsatını buldukça öğrencilere şu soruyu sorarım: “Kimin dedesi ve anneannesi veya babaannesi üniversite mezunu?” Birkaç el kalkar. Onlar da ya öğretmen okulu, ya medrese, ya da askerî okul mezunudur. Anne ve babalarının üniversite mezuniyetini sorduğumda kalkan ellerin sayısı çoğalır. Sonra sınıfa şunu derin: “Aramızda birkaç üniversite mezunu adayı var. Anne ve babası üniversite mezunu olanlar da “lise mezunu” sayılır. Ama sizin çocuklarınız üniversite mezunu olacak.”

Öğrencilerimden okudukları kitapları saklayıp evlerinde küçük de olsa bir kütüphâne kurmalarını ve her fırsatta zenginleştirmelerini isterim. Zira kitabı rafta görmenin bile bir çocuğun bilişsel gelişiminde yüzde yirmiye kadar olumlu etkisi olduğu bilinmektedir.

Üniversite tanıtım günlerinde bilgi almak için gelen velilerin sordukları sorular bile, üniversite mezunu olup olmadıklarını belli ediyor. Velilerin öğretim kadrosunu sormasıyla, mezunların iş bulup bulmadığını sorması bu farkı ortaya koyuyor.

Akademisyen değil entelektüel

Eğitimimizin kalitesinden haklı olarak memnun değiliz. Ülkemizde mezun olduğu okulun, aldığı diplomanın işini yapanların oranı yüzde kırktan fazla değil. Akademik eğitimimiz büyük bir zaman ve emek kaybıdır. Anne ve babası okuma yazma bile bilmese, bir insan akademisyen olarak en üst seviyeye çıkabilir. Üniversitelerimizdeki hocalarımızın çoğu bu başarıyı göstermiştir. Ama iş entelektüel olmaya gelince, bunun için aynı şeyi söylemek pek de kolay değil. Babam beni çocukken sâhip olduğu ayakkabı atölyesine götürürdü. Ben her iki çocuğumu görev yaptığım üniversiteye götürüyorum. Çocuklarıma üniversitede âbilerinin ve ablalarının yaptıklarını, söylediklerini aktarıyorum. Onlar doğduklarından beri, evde ders çalışan, sınav hazırlayan, sınav kâğıdı okuyan, not veren, ödev toplayan biri var.

Ben de babamın veya annemin ders çalıştığı, sınav hazırlayıp sınav kâğıdı okuduğu bir evde büyümek isterdim. Ama bu kazanılmış değil, verili bir kimliktir; şikâyet etmenin bir faydası olmaz. Bu durum, benim ve benim gibilerin “kültürel olarak ortaokul mezunu olma” gerçeğini tespitidir. Üniversite okuyan herkesin akademisyen olması gerekmez ve bu mümkün değildir. Ama şunu da anlamamız gerekir ki, üniversiteler birer meslek edindirme kurumu değildir. Üniversiteler hayâtını aydın bir birey olarak geçirmek isteyen kişilerin mutlaka hayatlarının en az iki ya da dört yılını geçirmeleri gereken ve sınıfla sınırlı olmayan bir ortamdır. Toplumu ve insanlığı ileri götürmüş ve götürecek olanlar da, aydın birey olmayı başarabilendir.