2017 son çeyrek büyüme verileri açıklandı.

Türkiye 2017 yılını yüzde 7,4 büyüme oranı ile tamamladı. Bu ilk bakışta güzel bir sonuçtur. 2014 yılından bu yana her türlü olağan dışı şartın üst üste geldiği, takiben 15 Temmuz’dan bu yana açıkça ABD Emperyalizminin hedef tahtasına oturtulmuş, şu anda da sınır ötesi sıcak çatışma ortamı içinde bir ülke Türkiye. Etrafı da eşkıya terörü, iç savaş, radikal dinci kalkışmalar ve iktisadi krizden mustarip komşularla çevrilmiş durumda. Bu şartlarda, toplam harcamalarda yüksek büyüme tutturabilmek büyük başarı. Bu büyüme, küresel finans dünyasında yaratılmak istenen olumsuz algı ortamını da bozacaktır. Yani, büyümenin fiziği çok iyidir. Pekiyi, acaba kimyası nasıl? İşte burada biraz farklı bir durum var. Nasıl mı? Anlatayım.

Milli gelir serileri hazırlanırken hesaplanan veriler aslında denge (olması gereken) milli gelir değerleri değil ama toplam harcama değerleridir. Makro iktisat teorisinde, milli gelirin toplam harcamalara eşitlendiği yer denge milli gelirini gösterir. Eğer toplam harcamalar milli gelirden büyükse, o ülkede talep edilen ürün miktarı arz edilen ürün miktarından büyüktür. Doğal olarak firmalar depolardaki envanterlerini de satışa sunarlar. Depolar boşaldığı için envanter yatırımı da negatif olur. Tersi durumda firmalar üretim fazlasına sahip olacağı için satılamayan fazla ürünler depoya kaldırılır. Depolarda envanter arttığı için envanter yatırımı pozitif olur. Ancak ve ancak envanter yatırımları sıfır olduğunda milli gelir ile toplam harcamalar birbirine eşit olur. Yani, ez cümle bu övündüğümüz ve sevindiğimiz büyüme oranları ülkenin üretim kapasitesindeki artışı değil ama vatandaşlar, firmalar ve devletin mal ve hizmetlere yaptığı harcamaların artışını göstermektedir.

“Hocam, eğer ülkenin geliri artmazsa harcamalar nasıl artar? Harcama artıyorsa gelir de artıyor denemez mi?”. Bu sorunu cevabını bir bireyi örnek vererek izah edeyim. Meselâ, benim ayda 5 bin TL gelirim olsun. Elimde de 10 bin TL. limitli bir kredi kartım olsun. Ben bir ayda en fazla ne kadar harcama yapabilirim? 15 bin TL. Yani gelirimin üç katı kadar bir harcama gücüm var demektir. Tabii böyle bir şey yaparsam iflas etmiş olurum. Ancak, örneğin 8 bin TL harcasam ve bir ay sonra kredi kartımın minimum bedelini ödesem (3 binin üçte biri bin TL) o zaman bir ay sonra harcanabilir gelirim 4 bin TL’ye düşer ve 2 bin TL borcuma da faiz işlemeye başlar. Yani aslında borçlanarak harcamak bugün daha fazla harcamak için yarın daha düşük gelire razı olmak anlamına gelir. Başka bir alternatif de şudur: Atadan deden kalma birikimlerinizi satar ve yersiniz. Bu durumda bugünkü harcamanız artar, ama servetiniz azalır.

Ülkelerin de durumu buna benzer: Her ülke dış borç kanalıyla gelirinden fazla harcayabilir. Bugün toplam harcamalar artarken aynı zamanda borç stoku da artar, yani gelecekte harcama gücünüzde bir azalmayı göze alırısınız. İkinci olarak geçmişten gelen sanayi tesisi, toprak, altın rezervi ve benzeri milli serveti satar ve yersiniz. Bu bir dönem harcamalarınızı artırır ama milli servette kalıcı bir azalma olur. Ülkeler için, bireylerin yapamayacağı üçüncü bir alternatif daha vardır: Banknot matbaası. Merkez Bankası elini korkak alıştırmaz ve karşılıksız para basar. Sonuç, bugün harcama artışı ve yarın yüksek enflasyondur.

Acaba, milli geliri üretim kapasitesini yükselterek artırabilir miyiz? Elbette… Bunun da toplam harcama bileşenleri arasında iki göstergesi vardır: Yatırım ve İhracat… Eğer yatırım bileşenlerinden makine ve teçhizat yatırımlarında hızlı bir büyüme varsa, bu, üretim kapasitesinin arttığı, buna bağlı olarak gelirin ve harcamaların da artacağı anlamına gelir. Ancak büyüme tüketim harcamaları, kamu harcamaları veya inşaat yatırımına dayanmaktaysa, o zaman, üretim kapasiteniz artmadan harcamalarınız artıyor demektir. Bu da yukarıda bahsettiğim sorunları doğurur. İhracatın büyümenin motoru haline gelmesi ise şu anlama gelir: İçerde vatandaşların tüketim harcamaları kısılmış, üretilen ürün fazlası da dışarıya satılmıştır. Bu durumda cari fazla vererek büyürsünüz, altın ve döviz rezerviniz artar ve dış borç stokunuz azalır. Asya’nın kalkınmasının arkasındaki sır da buradadır.

Açıklanan verilerde, üçüncü çeyrek verilerine göre makine teçhizat yatırımındaki artış durma düzeyine gelmiştir. Toplam büyümeye katkıda yatırım, tüketim ve kamu harcamalarının ardından üçüncü sırada gelmekte, buna mukabil, yatırımın kahir ekseriyete inşaat yatırımı olduğu da görünmektedir. İhracat rakamlarına baktığımızda ise ithalat ihracattan daha fazla artmıştır. Yani vatandaşın tüketim harcamaları kısılmamış, dışarıya sattığımızdan daha fazla dışarıdan mal almışız. Bu ise dış borç stokunda artış anlamına gelir. Bu iki göstergeye göre, elde edilen yüksek büyüme, büyümenin finansmanına göre, dış borç artışı, milli servet artışı veya enflasyon anlamına gelecektir. İşte büyümenin kimyası bu yüzden sıkıntılıdır. Pekiyi, o zaman ne yapalım?

“YÜKSEK FAİZ DÜŞÜK KUR” REJİMİNDEN “DÜŞÜK FAİZ YÜKSEK KUR” REJİMİNE GEÇELİM

Hem yatırımları hem de ihracatı artırmanın kısa vadeli reçetesi faiz-kur rejiminde yazılıdır. Türkiye’ye biçilen en önemli vesayet unsuru “yüksek faiz –düşük kur” rejimidir. 1989’dan beri, yüksek faizle dışarıdan borçlanarak harcamalarını finanse eden, bu yüzden düşük kur ile yurt dışında rekabet gücü azalan, üretici unsurları her geçen gün kan kaybederken, tarımından sanayisine her alanda Alman-Japon-İsrail sermayesinin hakim olduğu bir ekonomik yapı kurulmuştur. Yüksek faiz düşük kur rejiminde kazananlar şunlardır: Dışarıdan fon getiren küresel finans firmaları, Türkiye’deki bankalar, ithalatçılar, emlak zenginleri, yabancı para ile borçlananlar, yabancı firmaların içerideki taşeronları ve yabancı firmalar. Kaybedenler ise, içeride doğrudan yatırım yapmak isteyen yabancı sermaye, tarım ve küçük ölçekli imalat sanayi üreticileri, ihracatçılar, TL ile borçlananlar ve turizm sektörü. Eğer düşük faiz yüksek kur rejimine girersek, o zaman, kaybedenler kazananlarla yer değiştirecektir. Hangisini tercih edeceğiz? Bu birinci noktadır.

İkinci noktada ise, yüksek faiz düşük kur modeli içeride sahte bir refah yaratıp ihracatı ve yatırımı köreltmektedir. Uzun vadede sonucu bağımsızlık kaybına bile yol açabilir. Koca Osmanlı bu yolla çöktü. Eğer düşük faiz yüksek kur rejimini uygularsak hem yatırım hem de ihracat artar. Bedeli ise daha yüksek enflasyondur. Hangisini tercih edeceğiz?

Eğer tefecilerin, uluslararası sermayenin, ülkedeki bir avuç rantiyenin ve dövizle borçlananların kazanmasını istiyorsak böyle devam ederiz. Yok, ekonomik vesayeti kırmak istiyor ve üreticinin, ihracatçının ve TL ile borçlananların kazanmasını istiyorsa faizleri düşürmeliyiz. Benim tercihim bu yöndedir ve bedelinin de daha yüksek enflasyon olduğunu da biliyorum. Ne diyelim, kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez…