1955'e kadar Mevlânâ'nın türbesine gidenler, sâdece türbedâr ile karşılaşabiliyordu.
Bu yazı siz okurlarla buluştuğu gün, özellikle Konya’da âdeta fırtına sonrası bir sâkinlik hâkim olacaktır. Son bir haftada Konya’yı saran hareketlilik ve kalabalığın yerini, normal hayat almış olacak. “Mevlânâ âşığı” olduğunu söyleyen, ama bu aşkını yılın üç-beş günü ortaya koyanlar, bir sonraki yıl gelmek üzere, göçmen leylekler gibi, kendi topraklarına döndüler. Aralık ayının başında terzilerin kapısını aşındırıp tennûre diktiren veya elindeki tennûresini sandıktan çıkarıp kuru temizleyicilere götüren “çakma semâzenler” de para karşılığında gidecekleri “semâ gösterileri” bittiği için ortalıkta gözükmeyecekler. Kitapçılarda geçen hafta rafları dolduran Mevlânâ kitapları ve semâzen biblolarının yerini çoktan Noel Baba bibloları aldı zâten.
Tutarsız sahtekârlar
Bu duruma “düzensiz sahtekârlık” diyebiliriz. Senenin elli bir haftası, Hz. Mevlânâ’nın adını anmayan, onunla ilgili değil bir kitap, tek bir sayfa okumayanlar, uyurken üstlerini örtmedikleri için olacak, sabah kalkınca bir haftalığına “Mevlânâ âşığı” kesiliyorlar. Bu sahtekârların biraz akıllıları, birkaç hafta veya birkaç ay önceden Konya’ya giden otobüs, tren veya uçaklar için bilet alıyor ve Konya’da otellerde rezervasyon yaptırıyorlar. Ama 18 Aralık günü hepsi, “yıllık izninden dönen yorgun tâtilciler” gibi gerçek hayatlarına devam ediyorlar. Belki birkaç çay-kahve sohbetinde Konya’da seyredip “sema” zannedikleri gösteriler sırasında yaşadıkları duyguları balllandırak anlatırlar. Ama maalesef önemli kişileri ve şeyleri hatırlamak için anneler günü, babalar günü, sevgililer günü, çevre günü, engelliler günü, kadınlar günü gibi günleri bekleyen güruhtan daha fazlasını beklemek gereksizdir.
1955’e kadar Mevlânâ’nın türbesine gidenler, sâdece türbedâr ile karşılaşabiliyordu. Konyalıların çoğu bile, gözlerinin önündeki Mevlânâ’nın türbesine gidip bir fâtiha okumuyordu. Şimdi “sema gösterisi” denen Mevlevî zikrini ve âyin-i şerifleri Konya’da 1955’e kadar icrâ edecek adam bulunamıyordu.
Yahya Kemâl’in Mevlânâsı
Ahmet Hamdi Tanpınar, bir gün hocası Yahya Kemâl Beyatlı’ya şunu sorar: “Biz Türkler, Viyana kapılarına kadar nasıl gittik?” Türk-İslâm kültürünü kaleminden kâğıda döktüğü şiirlerde anlatacak kadar doğru anlamış olan Yahya Kemâl şu cevabı verir: “Bulgur pilavı yiyerek ve Mesnevî okuyarak”.
İşte tutarsız sahtekârların anlayamadığı şey budur. Hz. Mevlânâ’nın eseri Mesnevî, günlük takvim yapraklarının arkasındaki yazılar gibi okunup sonra da atılacak bir şey değildir. Mesnevî, hakkıyla okunduğu takdirde okuyanı ve okuyanları, çağın en büyük hedefine ulaştıracak bir vâsıtadır.
Biz Türkler, Mesnevî okuyarak sâdece Viyana kapılarına dayanmadık. İstanbul’u da Mesnevî okuyarak fethettik. Yavuz Sultan Selim’i, Kahire’ye götürüp “Haremeyn’in hizmetçisiyim” dedirten de Mesnevî’dir. Ne zaman ki Mesnevî’yi bıraktık, işte o zaman gerileme başladı. Ne zaman ki, Mevlânâ’yı unuttuk, o zaman taassup sarmaşığı büyümeye başladı.
Osmanlı, Mesnevî okuyarak sâdece Viyana kapılarına gitmedi. Bugün bile hâlâ Kahire’de, Kudüs’te, Bağdat’ta, Şam’da, Üsküp’te ayakta kalan nice mevlevîhâne varsa, bu, oralara Mesnevî okuyarak gidildiğini ve oralarda kalındığı süre içinde Mesnevî okunduğunu göstermektedir.
Mesnevîsiz diriliş de kuruluş da olmaz
Şimdilerde siyâsî iktidârın desteğiyle başlayan “Osmanlıcılık”, arkası doldurulmaya muhtaç bir düşüncedir. Her ne kadar yanlış bir isimlendirme olduğunu düşünsem de, bu düşünce merkezinde yapılan her şey, ilerlemek için güçlü bir keyfiyete ihtiyaç duymaktadır. Bu keyfiyeti sağlayacak güçlerden biri de Mesnevî ve Hz. Mevlânâ’dır. Ama bu, Mevlânâ bibloları ve çakma semâzenlerin düğünlerde yaptığı gösterilerle olmaz.
Osmanlı’nın kuruluşu da, büyümesi de Mesnevî ile olmuştur. Bu teferruat ıskalandığı sürece, şahlı târihimizin ihyâsı için atılacak her adım, dizi bittiğinde başka bir dizide başka bir rol oynayanlar gibi, gücünü ve etkisini kaybedecektir.
Yahya Kemâl, bulgur pilavı ve Mesnevî vurgusu yaparken önemli iki ipucu vermiştir. Bulgur pilavı, Anadolu değerlerine yâni Türk-İslâm kültürüne bağlılığın sembolüdür. Zira buğday ve bulgur Anadolu’nun öz değeridir. Mesnevî ise, “yeni şeyler söyleme” yolunun rehberidir. Samimiyetle, disiplinli bir şekilde okunup doğru anlaşıldığı sürece, Mesnevî bizi yine en uç kapılara dayandıracak güç olarak hazırda beklemektedir. Bunu yaptığımız takdirde uyanış da, diriliş de, kuruluş da çoktan halledilmiş olacaktır.