Öyle bir çağın içinden geçiyoruz ki soruların içinden çıkan cevaplar, cevapların kafalarda oluşturduğu sonuçlar tatmin etmiyor.

Öyle bir çağın içinden geçiyoruz ki soruların içinden çıkan cevaplar, cevapların kafalarda oluşturduğu sonuçlar tatmin etmiyor. Yoğun bir duman sarmış etrafı, insanlık el yordamıyla yönünü bulmaya çalışıyor. Her şeyin kolaylaştığı onca alet edavatın insanlığın hizmetine sunulduğu bu ortamda kafalar karışık, kalpler tatminsiz ve iç sıkıntısı etrafta kol geziyor. Tam olarak hiçbir değer muhatabını bulamıyor. İnsanların üzerine geçirdikleri her neyse ya bol ya da dar geliyor. Öyle hızlı geçiyoruz ki zaman tünelinden, insan bir saniye önceki benliğini unutup yeni bir benliğe geçiş yaparken sürekli kendinden uzaklaşıyor. Kendimizi bulamadığımız bir cağın içindeyiz. Geçişgenliğin bu kadar kolay olduğu bir zaman olmuş mudur bilmiyorum?

Fazla yerleştik dünyaya

Kimse yerinden kıpırdamak istemiyor. Herkes bir yer edinip oraya mıh gibi çakılı kalmak istiyor. Makam, mevki ama ne olursa olsun kimse terk etmeye niyetli değil. Öyle sımsıkı sarılmış ki herkes bir şeye taparcasına. Şehirler, evler, gökdelenler, yerleşik düzeni öyle bir kurduk ki orada kök salacağız. Sürekli bulunduğumuz yerden yukarıya doğru inşa faaliyetindeyiz. Evlere kat çıkıyoruz. Üzerimize giysiler alıyoruz. Makyajları kapatıcılardan başlayıp üst üste yapıp kendimize bir şekil veriyoruz. Araçların bir üst modelini alıyor kapımızın önünde bekletiyoruz. Cebimizde son teknolojilerle geziyoruz. Eskiden silahsız dışarı çıkmayan haydutlar gibiyiz. Ünsiyet, haya, edeb kalktı; özgürleştik şükür! İnsanlığımızdan özgürleştik.

Kompleks

Karmaşık ve kompleks bir boyuttayız artık. Eskiden gelenler, bugüne yeni gelenler ve yeni gelecek olanlarla çatıştığı bir ortamdayız. Bir şeyi bir şeyin devamı olarak tanımlayamıyoruz. Kesik kesik bilgiler, hayatlar, anlamalar var. Tamamlanamayan anlamalar var. Anlaşılsa bile hayatımıza geçirmediğimiz için değer bulmayan anlamalar yüzünden hayatlarımız bir sürekliliğin içinde değil. Tarihi okuduğumuz zaman savaşların yıllarca sürdüğünü o savaşlardan çıkan sonuçları görebiliyordunuz. Şimdi de savaşlar var ama anlam vermek mümkün değil. Neden niçin savaşılıyor? Sebep? Çok katmanlı. Yapılacak hep çok işimiz var ancak yapınca da ortaya anlamlı bir şey çıkmıyor. Yani bunca lafın özeti aslında şunu söylemek gerekiyor ki hiçbir şeyin bereketi kalmadı.

Mümkün mü?

Sindirilmeyen her türlü faaliyet insanda rahatsızlığa sebep olur. Dünyanın başındaki bu manevi rahatsızlıkların sebeplerinin büyük orandaki sonucu içselleştirilmemiş kişiliktir. Kendin olamamaktır. İstediğimiz kadar özgür olduğumuzu iddia edelim. Özgürlük diye birilerinin pazarladığı ağın içine düşüyorsak buna özgürlük değil yanılsama diyebiliriz. Biraz masumca tarif ettim ama ‘aptalca özgür olduğuna inanma’ da diyebiliriz. İnsan kalabilmenin üstelik bu çağda ancak hakikatin peşinden gitmek olduğunu unuttuk. Mümkün olduğunca sadeleşmek. Yalnız kalmayı göze almak. Bildiklerinin kendisine ait olmadığını bilerek aktarmaktan kaçınmamak. Onur, haysiyetli ve gerçeği gördüğü halde üstünü örtmemek. Bunlardan uzaklaştık. İnsan, temel hakikatini ana kökünü kaybettiği için verdiği sözü imgelerle sıradanlaştırdığından bugün infilak etmektedir. Tanrı’nın sözü ile insanın sözü senkronizasyondan çıkmıştır. Dolayısıyla dünya topyekun bir kaotik çağa girmiştir. Nedeni ise insan tekrar sözünü hatırlayabilsin ve asli davete icap edebilsin diye vesselam.

İDDİA ETMEYİN

Elbette her zaman doğrunun yanındayız. Kim olursa olsun, evladım da olsa doğrunun tarafındayım. Ama Allah’tan iddiacı olmaktan da korunmayı dilerim. Çünkü Allah isterse insanı iddiasından vurur. Bugün yumurta çok faydalı diyenler yarın çok zararlı diyebiliyor. Bir zamanlar margarini göklere çıkaranlar bugün ‘aman haa’ diyorlar. O yüzden dünyalık bir şey için iddia etmek, su üstüne yazı yazmaya benziyor. Belki de bu yüzden arkadaşlarımızla iddiaya girmek hoş görülmezdi eskiden. Babamın da bana bir öğüdüydü; “kimseyle iddiaya girme” derdi. O zamanlar çok anlamamış olsam da gerçekten iddia etmekten, iddialı olmaktan hiç hoşlanmadım. Bir de avam tarzı iddia edenler vardır. Çok çirkin, yemin bilah ederek vallahi de billahi de söyle deyip iddia edenler. Ne geçecek ki elimize?! Doğru sözün yemine, iddialı laflara ihtiyacı mı var! Bir sözün doğruluğu kişiye göre zamana göre belirlenir. O yüzden iddia etmek beyhude bir çabadır. Zaman israfıdır. Her şeyden ötesi de zihin işgalidir. İnandığın doğruyu söylersin ve geçip gidersin. Kimseyi bir şeye inandırmak durumunda değiliz. İddia ederek doğruluk ispatlanamaz.

ANNELİK

Elinde bir tane kucağında bir tane emzikte bir tane bir de karnında bir tane sıpası ile dünyaya bakan bir anne, bir kadın, bir eş, bir evlat, bir insan. Ne umutları vardı da hayallere karıştı kim bilir? Öyle mi dersininiz? Annenin umutları bitmez, yaşar. Evlatlarının düşlerinde, gülüşlerinde yeşerir umutlar. Umut olur adı, Tanem olur adı, Sinem olur adı, Can olur adı, Güneş olur adı, Kenan olur adı… Kalp çarpıntısı hiç bitmez annede. Yüreği çarpan kadın yaşar, yaşatır geleceği sinesinde. Aldanmayalım; kadına çocuk yakışır, annelik güzelleştirir, öğretmek yüceltir. Yalnız kupkuru bir kadını kariyer yeşertmez. Ihlamur kokusu, lavanta sırlı çeyizlerde anneliğin öyküsü gizlenir. Bir çocuk geleceğe mektup bırakır. Annesine vermek üzere bugünden. Yağmur birikintisine baktıkça hatırladığımız yüzümüzü, annemizin lirik sesinde ismimizin yankılandığı o senfonik gökyüzü renginde, ararız çocukluğumuzu bize yaşatan kadını. Kadın çocuklarıyla anneliğin şiirini yazar. Şiir şairin elinde hece hece, anne ise gece gündüz dillerinde çocukların. Sadece annelik bitimsiz bir hikâyedir ebediyette.

YAŞADIĞIMIZ TOPLUMDA UYUM

..............................

SUNA YILDIRIM

..............................

İkinci Dünya Savaşı sonrasında yoğun göç alan Avrupa ülkelerinde, 1980’li yıllara gelindiğinde önceleri “misafir işçi” olarak giden göçmen işçiler ne davet edenlerin ne de işçilerin kendi zihin dünyalarında entegrasyon gibi bir problem vardı. Çünkü her iki taraf da kalıcı olacaklarını düşünmüyordu. Dolayısıyla dil öğrenmek veya kültürel uyum gereksiz görülüyordu. Daha sonra göçmen işçiler ve ailelerinin geri dönmeyeceği anlaşılınca entegrasyon bir ihtiyaç haline geldi.

Göçmenlerin gerek yerleşim, gerek çalışma adına kalıcı bir şekilde ülkeye katkıda bulunmaları ile devlet, göçmen topluluklarının, kendi dilleri, dinleri, kültürleri ve hayat tarzları ile birlikte toplumun bir parçası olabileceklerini, onlarla yaşamın kültürel bir zenginlik olacağına kanaat getirip bu insanların, kendi ayakları üzerinde durabilecekleri asgari yetenekleri kazandıracak imkânları sundu.

Lakin bir durum var ki; o da, kişilerin entegrasyon olacağız derken asimilasyona uğrayacağından korkmalarıdır. Aslında entegrasyon demek uyum demektir. Azınlık kültürlerin, coğunluk kültüründen bireyler alıp, kendi kimliklerini koruyarak yasaması ve çoğunluk kültürünün bir parçası halinde gelmesidir. Asimilasyon ise, tek yönlü bir yönde gerçekleşen bir emilimdir; çünkü azınlık toplulukları çoğunluğu oluşturan topluluğun gelenek ve göreneklerini öğrenip kendi toplumlarından vazgeçmelerini ya da çoğunluk topluluğu tarafından kabul edilebilir hale getirmelerini gerektirir.

Her insan bulunduğu toplumdaki yasa koyucuların koyduğu yasalara uymak zorundadır. Bu her ülkede böyledir. Bir ülkede, farklı inançlara ve farklı kültürlere mensup insanlar olacak ve bir arada barış içinde yaşama kültürü edinmeleri gerekecektir. Yoksa kimse kimseye inancını, kültürünü dayatamaz ve bunu bir baskı unsuru haline getiremez. Eğer takdir görmek istiyorsak, insanlık dahilinde toplumun kurallarına uyan, iyilik sahibi bir insan olmak zorundayız. Zaten iyi bir vatandaş olmak demek yasalara ve toplum kurallarına uymak demektir. İyi bir insan olmak demek gönüllere girmektir. İletişim marifeti arttıkça insanların hâkimiyeti de artar… Kültürlerarası iletişimde entegre olması da kolay olur.

İnsanlık büyük sınavlardan geçiyor ve şahit oluyoruz. Salgın hastalıklar, savaşlar, açlık, susuzluk, yangınlar, depremler, sel felaketleri, yerinden yurdundan olanlar, yabancı ülkelere sığınanlar hepsi birer ibret. Eğer biz bunlardan ibret alabiliyorsak nefes almaya bile şükrederiz. Bir sıkıntı yaşadığımızda “Allah var gam yok” deriz. Bizim inancımız ve kültürümüz de budur.

Üç kıtaya hakim olan Osmanlı, dini, dili, yaşam biçimi birbirinden farklı birçok millete

ev sahipliği yapmış ve onları barış içinde adaletle yönetmeyi bilmiştir. Çünkü Osmanlı İslam anlayışında Yunus Emre’nin söylediği gibi “Yaratılanı severiz Yaratandan ötürü” anlayışı vardır.

Entegrasyon ve uyum bütün toplumun inanç ve kültür değerlerine saygı duymaktan geçer ve herkes kendi fikirleriyle başa baş özgürdür. Seküler bir vatandaşlık insanların birbirine karışması ve fikirlerini dayatması değil, bilakis herkesin kendi inancını kendi ritüelleriyle yaşamasıdır. Seküler ve çağdaş ülkelerde kendi doğruları içinde olması gereken şey, vatandaşlar arasında hiçbir ayrımın olmamasıdır.

Kısaca diyebiliriz ki, insanların birbirleriyle ilişkilerinde; önce kendilerine, sonra da

karşısındakilere saygılı olması işlerini kolaylaştırır. Bu karşılıklı etkileşim insan ilişkilerinin bir gereğidir.

İnsan ilişkilerinin; ailede, bulunduğu çevrede ve ülke genelinde olduğu gibi diğer ülke insanlarıyla da iyi olması önemlidir. Bu nedenle, insanların iyi alışkanlıklar edinmeleri ve bunu sürekli

bir davranış haline getirmeleri kaçınılmaz olmalıdır.

TAMİRE GİDECEK EŞYALAR LİSTESİ

Evde eşyalarımızın bir kısmı sırasıyla bozulur. Adlarının bir zamanlar dayanıklı tüketim malzemesi olan ve artık genel itibariyle beyaz eşya dediğimiz buzdolabı, fırın, bulaşık makineleri 10 yılını tamamlamadan arıza sinyalleri vermeye başlar. Bunun dışında da arızalanan, kopan, kırılan eşyalarımız olur. Evimizde uzun, kısa bir tamirat listemiz hep vardır. Fırının kopan düğmeleri, bozulan el blendırı, kedi tarafından ısırılmış kulaklık kablosu gibi uzayan bu liste zaman içerisinde tamir görür arızalar giderilerek eşyalar kullanılmaya devam eder. Ya da diğer bir tercih geri dönüşüm kutusuna atar ve yenisini alırsınız. Ama eğer doğaya dost ve sürdürülebilir bir kullanıma yönelmeyi tercih edersek ki bu biraz daha zahmetli ama kesemizi de koruyacak olan yöntemdir. Sürekli satın almaya yönelmek zaten şu zamanda büyük israf olacaktır. Her şey o kadar pahalı ki, tamiratı bile ciddi rakamlar isteyen eşyaları almak yerine tamir ederek kullanmaya devam etmek sanayi üretimine yeni bir modelleme için yol göstermeye de yardımcı olabilir.

ARTI EKSİ

Artı

Duayı geri çevirmek

Varlıklı ve yaşlı bir teyzemiz dilenci kadının önünden geçerken onun duasına iştirak etmeden yanından geçiyor. Ancak gelin görün ki teyzemiz, aradan on dakika geçiyor geçmiyor bir trafik kazasından kıl payı kurtuluyor. Günlerce kendine gelemeyen yaşlı teyzemiz sonraki günlerde dilenci hanımı buluyor. Kendisini görür görmez olayı anlatıyor ve bana beddua mı ettin diye soruyor. Dilenci kadın asla kimseye beddua etmeyeceğini herkesin arkasından dua ettiğini söyleyen kadına yaşlı teyzemiz 50 lira veriyor. Teyzemiz duayı geri çevirdiği için kendisini rahatsız hissettiğini ve başına gelen kıl payı kazadan kurtulma hadisesini dilenci kadının duasına icap etmediğine yoruyor. Dualara bir şekilde icap etmekte fayda vardır. Faydasını tahmin etmemiz mümkün değildir?

Eksi

7. sınıflar

Ortaöğretimin 7. sınıflarında birbirine çok yakın iki ders var. Biri resim diğeri de teknoloji tasarım dersi. Bu derslerin ikisinin de amacı aynı olmasa da yöntemleri ve anlayışları birbirine çok yakın. Dolayısıyla 7.sınıf öğrencilerine gereksiz bir ders yükü getiriyor. Temeli çizim olan bu iki dersin aynı yılda okutulması yerine tercih edilmesi daha mantıklı olacaktır. Hatta artık ortaokula girerken zorunlu olarak bu dersler arasında bir seçim yaptırılmalıdır. İsteyen ikisini de alabilmeli hatta müzik dersi de bir yetenek dersidir onu da buraya katmak gerekir. Bu dersleri zorunlu kılmak yerine eğlenerek öğrenmenin bir parçası haline getirilmeli. Bu kadar zorlamaya gerek yok.

ŞEREFÜ'L-MEKÂN Bİ'L-MEKİN

Mekânların değeri orada daha önce yaşamış olanlar tarafından verilir. O yüzden mekânları şereflendiren yine insanlardır. Çünkü insan eşrefi mahlukattır. Şeref, haysiyet, kutsiyet en güzel değerler insana aittir ve mekânları da hatta makamları da şereflendiren kutsallaştıran insanlardır. Kutsallık kelimesinden uzun zamandır korkar olduk farkındayım. Ama bu kutsallık ruhbanlık anlamındaki bir kutsal değildir. Kutsallık benim de çokça bahsettiğim gibi Kut yani Tanrı’nın insana Kut vermesinden geliyor. Kut vermek nedir? Bilgelik diyebiliriz kısaca. Bilge kişide Kut vardır. O yüzden mekânlar da insanlar gibi kutsal olabilirler. Meslekler de öyle. Kut bütün değerleri, hasletleri kendi içinde barındıran bir insanda olması gereken özelliklerdir. Yalancılık bir insanda ayıplanır. Yalan olan yere Kut girmez. Tüm bu nedenlerden dolayı bazı mekânların gerçekten şerefi üzerindedir. Caminin şerefesi derken mesela neden bahsedildiğini daha iyi anlayabiliriz. Şerefe diyerek kadeh kaldırdığınızda şeref kelimesinin de içini boşaltmış oluruz. Biz evlerimize ayakkabımızla girmeyiz. Evlerimizi temiz tutarız. Dolayısıyla Kut’un bir mekâna girmesi için, sokaklarımızda dolaşması için, okullarımızda temsil edilmesi için şerefin gerçek değeriyle varlık göstermesi gerekir. Bu nedenle de günümüz insanına çok iş düşüyor.