Bağımlılık ilişkisi kendiliğinden değil fakat bireysel irade dışı bir birliktelik yaratma ya da oluşturma isteğinden açığa çıkan, bireyi kendi içinde eriten bir topluluk ya da toplum kategorisi olarak görünüşe çıkar.

İnsanın hayvandan farklı olarak -ile ilişki halinde olduğunun farkında olma halinin dil ve kavram üretme yetisine bağlı olduğunu belirttik. Bu yeti, insanın insanla ilişkisini belirleyen ahlaki, politik, dini vb. ortaklığın zemininin de yaratıcı unsurlarından biridir. Bu ortaklık dilin bütünleştirici ve idealize edici özelliğinden kaynaklanır. Bir kavramın anlamı herkes için ortak bir zeminden hareketle tasarlandığında kavramın kapsayıcılık gücü bireyin tercihlerinin ötesine geçer ve onu hem düşünsel hem de davranışsal anlamda paralize eder. Bu, ister bilinçli bir tercih olsun isterse de bir zorunluluk halinde olsun bir bağımlılık ilişkisini gerektirir.

Bağımlılık ilişkisi kendiliğinden değil fakat bireysel irade dışı bir birliktelik yaratma ya da oluşturma isteğinden açığa çıkan, bireyi kendi içinde eriten bir topluluk ya da toplum kategorisi olarak görünüşe çıkar. Bu tür bir kategoride her tekil kişi topluluğun ya da toplumun bir üyesi olarak bir çeşit bağımlılık ortaklığının bir temsili haline gelir. “Bağımlılık ortağı bir kişi ise, ontolojik güvenlik duygusunu ayakta tutmak amacıyla isteklerini belirlerken başka bir bireye veya bireyler kümesine ihtiyaç duyan, kendini başkalarına adamadan kendinden emin olamayan bir kişi” olmaktan başka bir anlama gelmez. Böyle bir kişi kendini, tıpkı bir tırtılın yaptığı gibi, ördüğü kozanın içine hapseder ve öldürür.

Her türlü bağımlılık, genellikle, dışsal bir nedene bağlı olarak ortaya çıktığı iddia edilen ancak içsel bir iradesizliğin ürünü olarak kendisini görünür kılar. Dışsal neden ve içsel iradesizlik arasındaki bu çelişki varlığını ancak dışsal bir uyarana tepki vermekle hissedebilen hayvan ve insan arasındaki farkı aynı ontolojik düzleme indirger. Bu, hayvanda yoksun olan -ile ilişki halinde olma bilincinin insanda kendisini göstermesi anlamına gelir.

Böylesi bir indirgeme hali ve bilinç yoksunluğu davranışlarını olduğu gibi olma haline uygun olarak değil de kendisinden olması istendiği gibi davranan bir insan için de geçerlidir. Bu şekilde davranan bir insan, bilinçli ya da bilinçsiz olarak, doğal ve tarihsel determinizmin bir ürünü olduğunu kabul eden, bu iki etkenin dışında başka türlü bir varlık ve varoluş tasavvuru geliştirememiş bir insandır.

Varlığını doğaüstü bir varlığa dayandıran, tarihselliğini inançtan ve benliğini içine atıldığı topluluktan alan böylesi bir insan, kendisi ister inansın ister inanmasın, bir yaşam anlayışını başkalarına dayatma konusunda en küçük bir tereddüt göstermez ve bunu kendi adına yaptığı yanılsamasının etkisiyle yaptığının da farkına varamaz.

İnsanın içinde bulunduğu doğal ve tarihsel çevreden etkilenmesinden daha doğal bir şey olmadığını söyleyenler olacaktır. Bunu söyleyenler haklılar. Benim de insanın doğal ve tarihsel bir varlık olduğu konusunda bir şüphem yok. Benim karşı çıktığım şey doğal yanımız bir yana, tarihselliğimizin tek belirleyici unsur olarak ele alınmasıdır.

Büyük deha Hegel’in en önemli hatalarından biri buydu. O bu iddiayı o kadar güçlü bir argüman ile ileri sürdü ki onun peşinden giden Hitler bir insanlık dramının faili haline geldi. Hegel tek kişi değildi. Marks da aynı hatayı yaptı. İnsanı ekonomik ilişkilerin ortaya çıkardığı tarihselliğin bir ürünü olarak tasarladı ve insan iradesini varlık ve yokluk arasındaki çelişkilerin ortaya çıkardığı bir varoluş tarzına bağımlı kıldı. Benzer şekilde insan iradesinin bilinçdışı arzuların kontrolü altında olduğunu iddia eden Freud da toplumsallığı sosyal ve a-sosyal karşıtlığına bağlayarak çocuklukta yaşanan travmaların ileriki dönemlerin temel belirleyici faktörleri olduğunu iddia etti. Her üç görüş de insan iradesini dışsal bir iradeye bağımlı getirme konusunda bir tereddüt göstermedi.

Not: Yazının birinci bölümü için 26.07.2021 tarihli yazıya bakınız.