Yunanistan'daki siyasi eğilimi İtalya ve yaklaşmakta olan İspanya seçimleri arasında bir yere oturtmak, ucuna Finlandiya ve İsveç'teki dönüşümü ekleyip bir patern görmek genel bir eğilim.

Yunanistan nihayet seçimlerini tanımladı ve sonuçlar sağ muhafazakâr eğilimin güçlenmesi ile sonuçlandı. 1. Tur sonuçlarından sonra Miçotakis’in liderliğindeki Yeni Demokrasi Partisinin parlamentoda çoğunluğu elde edeceği ve Syriza’nın kaybının keskinleşeceği tahmin ediliyordu ama sonuçlar 1974’ten itibaren sağ eğilimi en güçlü Yunan parlamentosunu ortaya çıkardı. Üstelik bu sağ eğilim, Spartalılar Partisi, Helen Çözümü, Niki gibi aşırı sağ uçların da parlamentoya girdiğini düşünülürse ne Akdeniz’deki son göçmen felaketinden ne de Rusya ile aranın limoni olmasından etkilenmiş görünüyor. Miçotakis ahlaki temeli de olan sosyal sorunlar karşısında statükocu üç-beş cümle kurarak ve piyasa dostu imajını bozmayarak seçimleri aşırı sağdan gelen salvoları karşılayarak kazandı kimilerine göre. Bu bakışa göre Miçotakis’in zaferi İtalyan başbakanı Meloni’den ziyade Macron’un zaferine benziyor: Ortanın ehveni şeri olmak bazen kazandırıyor.

Sağ Dalga ve Mülteci/Göçmen Meselesi

Yunanistan’daki siyasi eğilimi İtalya ve yaklaşmakta olan İspanya seçimleri arasında bir yere oturtmak, ucuna Finlandiya ve İsveç’teki dönüşümü ekleyip bir patern görmek genel bir eğilim. Analizlere göre Avrupa’nın kıyıları muhafazakâr ve milliyetçi eğilime kayıyor. Toplumun kendini çeşitli risklerle sınanıyor görmesi ve korunma güdüsüyle güvenlik politikalarına yatırım yapan ama liberal piyasa ekonomilerinden de vaz geçmeyen liderler çevresinde birleşmesi elbette tesadüf değil. Jeopolitik tercihlerden ziyade, yapılan jeopolitik tercihlerin de etkilediği küresel dönüşümlerin yarattığı toplumsal maliyet üzerinden karar verilmesi Avrupa’da bir eğilim. O nedenle AB yanlılığı, NATO yanlılığı ya da karşıtlığı gibi keskin tercihlerden ziyade toplumun çekirdeği ailenin, değerlerin, toplumsal rollerin ve demografinin korunması gibi güvenlik politikaları açısından daha muğlak bir alan üzerinden politika yapılıyor, gönüller kazanılıyor.

Mülteci ve düzensiz göç ile mücadele bu muğlaklığa biraz somut bir beden kazandırmak için uygun bir alan. Üstelik Güney Avrupa Sahra-altı Afrika’dan Kuzey Afrika üzerinden küçücük teknelerle adeta yeni bir kavimler göçüne maruz kaldığını gerçekten düşünüyor. Geçtiğimiz günlerde Navarin açıklarında yüzlerce kişinin kaybı ile sonuçlanan tekne faciası vakasında görüldüğü üzere ülkelerin sahil güvenlikleri göçmen teknelerini cezalandırma üzerinden caydırmak ile sorumluluğu birbirlerine atmak arasında sıkışmış hissediyorlar. Üstelik sadece daha fazla mülteci gelmesin, bakın sonları nasıl oluyor demek yeterli olmayacağından bu sorunla burun buruna olan sınır ülkeleri Birlik içerisinde koordine ve oydaşma ile yürütülecek ortak bir politikanın gelişesini istiyorlar. Merkez ülkeler ise bu tür düzenlemelerin AB içerisinde göçmen hareketliliğini artıracağı endişesi ile Birlik temelli anlaşmalara karşı çıkıyor.

Meloni’nin Merkelleşmesi (?)

Meloni geçtiğimiz günlerde gönüllülük ile sorumluluğu (göçmen istemeyen para versin diye özetleyebiliriz) birleştiren bir uzlaşmaya öncülük etmişti. Ama uzlaşma henüz uzlaşılmış olmasına rağmen Macaristan ve Polonya engelini aşabilmiş değil. Meloni’nin bir tür sağ Merkel olacağını ve tüm Avrupa milliyetçilerini Birliğe zarar vermeden birleştirmekten siyasi bir kar sağlayacağını düşünenler İtalya’nın Macaristan ve Polonya’yı zorlamaktansa Tunus’u, Fas’ı ikna etmek için uğraşacağını düşünüyorlar. Tabi ikna süreci AB fonlarının yeniden planlanması demek. Son AB Liderler Zirvesinde Miçotakis’in Türkiye ile işbirliğinden dem vurması, Türkiye’nin Avrupa’ya yasadışı göçmen geçişini durdurmakta çok başarılı olduğunu söylemesi ve bu konuda daha fazla mali katkının yapılabileceğini söylemesi tesadüf değil. Avrupa’da Birlik bazında ortaya çıkabilecek merkez sağ partilerinin ittifakından faydalanmak için AB pazarlık süreçlerinde gıkını çıkaramayanlar çözümü AB’nin çevresinde arıyorlar doğal olarak.

Fransa’da kaos

Bu arada Miçotakis’in sağ eğilimi nedeniyle değil liberal meyilli kötünün iyisi olma hali nedeni ile benzetildiği Macron Fransa’sında gerginlik devam ediyor. Fransa’da polisin 17 yaşındaki Cezayir ve Tunus kökenli yani göçmen bir genci arabasının içinde dur ihtarına uymadı diye vurarak öldürmesi üzerine başlayan olaylar İsviçre ve Belçika’ya yayılarak devam ediyor. Mesele, yani protestoların özü, 2005’teki olaylarla benzerlik taşıyor. Bir yandan ırksal ve dinsel farklılıkları nedeniyle (Fransız laisizmi ve ulus devleti altında ayrımcılığa uğramayacakları vaadine rağmen) ayrımcılığa uğradıklarını söyleyen Fransa’nın beyaz olmayanlarının öfkesi var. Öte yandan meselenin çok zikredilmeyen iktisadi-sosyal yanı olduğu da düşünülüyor. Taşıdıkları kültürel ve iktisadi bagajlar yani ötekilik ve fakirlik nedeniyle eşit imkanlara sahip olmayan, bu nedenle de piyasanın çok değer vermediği bir şeye dönüştüklerini hissedenler toplumsal eşitsizlik üzerinden bir banliyö öfkesi yansıtıyorlar.

Meselenin Macron’un politikalarına karşı iktidarının ilk yıllarından bugüne süren iktisadi temelli protestolarla birleşip birleşmeyeceği tam olarak bilinmiyor. Sonuçta farklı farklı ötekileştirmeler söz konusu ve emeklilik yaşı üzerinden Fransa’nın sol geçmişine atıfta bulunan ya da kamu binalarını çöplüğe çevirerek protestosunu gösteren orta sınıf için 16-17 yaşında kaybedecek bir şeyi olmayan gençlerin yarattığı bilinmezliğin içine atılmak çok kolay değil. Krizin başında Macron, meseleyi 2005’ten bugüne mevcut sistem içerisindeki bir memnuniyetsizlik olarak yorumladı ve üzerine fazla alınmadı. Sonuçta Fransa, krizlerden turistik fotoğraf kareleri çıkartması ile yani kriz içerisinde yaşaması ile ünlü bir yer. Bir çeşit zamanında Frankfurt ekolünün çok korktuğu modernleşmenin getirdiği yabancılaşma günlük hayatı, hatta politik tercihleri etkilemeden sıradan insanın krizlerle yüz yüze kalmasına ve kılının kıpırdamamasına imkân veriyor. Ancak, Macron’un göz kapatamayacağı bir gerçek var-ki tamamen kendi siyasi pozisyonu ile ilgili. Fransız Cumhurbaşkanı içeride ve dışarıda arzu ettiği dönüşümü başaramadı.

Macron’un suçu ne?

Macron’un iddialı dış politikasının özü, Fransa’nın liderliğinde AB’ne Avrupa’nın çevresinde etkili olabileceği bir alan açmak ve Fransa’ya Macron’un liderliğinde Avrupa’nın çevresinde etkili olabileceği bir alan açmaktı. Bütün bu dönüşüm için gerekli kaynak yaratımını belirli sektörler (enerji, savunma sanayi vb) üzerinden piyasadaki yerini genişleterek, bir de içeride iktisadi ve sosyal reformlar gerçekleştirerek sağlamayı amaçlıyordu. Ukrayna Savaşı ve hibeler, ABD ile küresel piyasalarda rekabetin üretim maliyetleri nedeniyle imkânsız hale gelmesi, içeride kaynak yaratım yolunda çıkan sosyal memnuniyetsizlik Paris için amaçlara ulaşamadan bir sürü maliyet yarattı. Bu maliyetler ortaya çıkmasaydı sistemde ötekileştirildikleri için zaten öfkeli olan sınıfların ve toplumsal kesimlerin öfkesini kontrol altında tutabilecek, en azından olayların kıvılcımın ötesine taşmasını engelleyecek toplumsal uzlaşı için zaman satın alınabilirdi. Oysa durum tam tersi bir biçimde var olan öfkenin kontrol altında tutulması için Avrupa sağı için dersler tadında gidiyor, dolayısıyla siyasi sonuçları olabilir, hatta yükselen sağ üzerinden AB politikaları adına dahi olabilir. Ama faturanın asıl hesabı, bu olay üzerinden olmasa da memnuniyetsizliklerini kontrol altında tutamayanlara çıkacak ve tıpkı 2005’deki hadise gibi toplumda ve piyasada bir değişiklik yaratmadan geçecek.