Genlerimizde "at sevgisi" ile doğarız genellikle ve erkek-kadın fark etmeksizin hepimiz gördüğümüz yerde hayranlıkla izleriz heybetlerini ve güzelliklerini "mübarek" hayvanların.
At; biz Türkler için çok farklı anlamlar içeren ve kıymeti en bilinen, en saygı duyulan hayvan olarak kabul görür. Bunda Orta Asya’dan Anadolu’ya “hicret”imizi onların sırtında yapmamızın ve savaşlarda cihangirlerimizin zaferlerine onlarla birlikte yürüyüşümüzün etkisi büyüktür.
Genlerimizde “at sevgisi” ile doğarız genellikle ve erkek-kadın fark etmeksizin hepimiz gördüğümüz yerde hayranlıkla izleriz heybetlerini ve güzelliklerini “mübarek” hayvanların. Hatta Sultan-ı Şuara Necip Fazıl’ın atlar için kaleme aldığı At’a Senfoni diye meşhur bir eseri de vardır. Bu eserinde atları ve hayatımızdaki fonksiyonlarını kendine has üslubu ile çok güzel tarif etmektedir Üstad; “Dokuz yaşında ata bindim; ve yalan olmasın, bir daha inmedim. Her binişimde büyüdüm ve her inişimde küçüldüm. At benim gözümde, eserimde buram buram tüttüğü gibi, insan ruhundan yere damlayıp şekillenmiş ve sonra insanı sırtına almaya gelmiş bir müjdecidir: zafer, fetih ve asalet müjdecisi...” der.
Dünya üzerinde de özellikle İngilizlerin at sevgisi bizimkine benzer nitelikler taşır. (Onlarda gelenek çok sağlam kodlara yaslandığı için işin hakkını verme konusunda öğreneceğimiz şeyler de yok değil “mağrur” İngilizlerden) Şekspir’in oyunlarının birisinde geçen bir nidâ (my kingdom for a horse !) vardır kulaklarımızda, savaşın sonunda çaresizlik içinde bağırır Kral Richard “ bir ata, krallığım” diye. O atı bulsa Boswort Savaşı’ndan tüyecek ve canını kurtaracaktı ama bulamayınca galip komutan Henry Tudor onu oracıkta “eşek cennetine” yollayıverdi, yazık !)
At böyle “önemli” bir hayvandır ama gel gör ki şimdilerde gündemimize ya Adalar’da yaşanan fayton facialarında ahırları yanıp pisipisine ölürlerken ya da geçen hafta olduğu gibi jokeylerinden yumruk yerken giriyor güzelim mahlûkatlar. Kadir, kıymet bilmeyen insan, utansın insanlığından.
Türk Yarış Atçılığı’nın “efsane” jokeylerinden Halis Karataş (filmi bile var bu jokey abimizin, hatta ergen tayfa salya-sümük ağlamıştı geçen sene yayınlandığında) Arts Man isimli atın üzerindeyken hayvanın huysuzlanması sonucunda ayağı sıkışınca yumruğunu patlatıverdi hayvanın kafasına “güm” diye. Hem yıllarca o at ve onun kardeşleri ile şöhret ve servet yapacaksın, hem de o güzel hayvana böyle davranacaksın, pek değil hiç olmadı ve yakışmadı “bizim için şampiyon” değil artık Halis Karataş. Keşke böyle bir finalle noktalamasaydı kariyerini ama demek ki hayvanların da âhı varmış ve o âh tutarmış.
Kendi ifadesi ile refleksif bile olsa bindiği ata böyle kötü davranan bir insanın özür dilemesi konusunda da biz, yeterli bulmayanlar tarafındayız.
Zaten o hayvancağızların şehirden şehire giderken kamyonet sırtında içleri dışlarına çıkıyor, stresten kırılıyorlar, yarış sırasında sırtlarından kamçı eksik olmuyor bir araba dayak yiyorlar gariplerim iki-üç dakika içinde, kiminin ayağı kırılıyor, kiminin dizi çıkıyor, kiminin lifi atıyor, sakatlanıyorlar üzerlerine bahis oynayan “kumarbazları” mutlu edeceğiz diye, bir de bâri padokta milletin gözünün önünde en “namlı” jokey dövmesin mübarekleri.
Endüstriyel Sporlar içinde bahis, kumar, doping, hile-hurda en çok olan sözüm ona “spor” at yarışçılığı maalesef. Bu sadece bize özgü değil tüm dünyada böyle. Bununla ilgili onlarca dizi, yüzlerce film çevrildi, hepsinin odağında atlar var ama filmi çeken insan olunca (atların film çekmesinden bahsetmediğimizi anlamışsınızdır) hep bir mazeret, hep bir bahane, “yaptım ama sor ki niye yaptım? havası.
Hiçbir canlının eziyet çekmediği, kötü davranılmadığı bir Eylül ümidiyle,