Bu haftanın gündemi içerisinde Yunanistan ile yeniden alevlenen gerginlik ön plana çıktı.
Bu haftanın gündemi içerisinde Yunanistan ile yeniden alevlenen gerginlik ön plana çıktı. Kamuoyu kısmen bu gerginliklere alışık, zira Yunanistan ve Türkiye arasında Ege ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’ın Meis üzerinden dillendirdiği deniz yetki alanları iddiası üzerinden Doğu Akdeniz’e taşınan çözülmemiş sorunlar bulunuyor. Bu sorunlar yetki alanlarının sınırlandırılması mevzuundan hava sahasına, EGEYDAAK mevzusuna, Doğu Ege Adalarının silahlandırılması sorununa ve Yunanistan’ın bölgede güçler dengesini silahlanma ve üçüncü taraflarla geliştirilen özel ilişki üzerinden bozmaya çalıştığı algısına uzanan bir sorunlar kümesi. Bu sorunlar kümesinin ve bu kümenin iç kamuoyuna yansımasının kendine has dinamikleri olduğu muhakkak. Aynı zamanda iki ülke Batı güvenlik sisteminin bir parçası dolayısıyla sorunları barışçıl yöntemlerle çözme diye ifade edebileceğimiz bir normatif sınırlama altında hareket ediyorlar. Daha reel politik bir bakış açısı ile bakarsak, iki taraf arasında gerginliğin üstünde bir senaryo Batı güvenliğini bölücü bir etki yaratacağından bu noktada endişeli üçüncü tarafların çatışmanın doğasına belirli sınırlamalar getireceği var sayılır. İki ülkenin komşu olduğu, aralarında ticaretin işlediği de düşünüldüğünde, bölgesel güvenliğe ve komşuluk ilişkilerine bağlı olumlu ve olumsuz karşılıklı bağımlılıkların Atina-Ankara ilişkilerine belli bir sağduyu getirmesi, Türkiye ve Yunanistan arasında diyalog kurucu, karşılıklı güven tesis edici çeşitli mekanizmaların oluşturması beklenir- ki bu mekanizmaların zaman zaman işlediğine, iki ülkenin ilişkilerinde tırmanma dönemlerini tansiyon düşürücü dönemlerin izlemesine yabancı değiliz.
Normalleşme-Tansiyon Zikzağı
Hatta bu senenin başında bu tür bir “tansiyon düşürülmesi” dönemine girildiği düşünülüyordu. Mart ayında Miçotakis ve Erdoğan arasında sıcak bir görüşme geçtiğini, iki tarafın ikili sorunlara üçüncü tarafları karıştırmama konusunda mutabık kaldıklarını da öğrenmiştik. Atina ve Ankara’yı bu tansiyon düşürme dönemi için cesaretlendiren çeşitli konjonktürel faktörler vardı. İlk faktör, elbette artan Batı-Rusya karşıtlığıydı. Ukrayna Savaşı’nın hala nasıl sonuçlanacağı bilinmezliğini koruyor ama Batı’nın bugün için Karadeniz’de Rus varlığını sınırlandırmak konusunda çok ileride bir politika izlemediğini, caydırıcılığı NATO sınırları üzerinden sağladığını ve Ukrayna’daki savaşın uzamasını cesaretlendirdiğini biliyoruz. Bu durumda hem Karadeniz ve Doğu Akdeniz bağlantısında hem de NATO’nun konvansiyonel kuvveti içerisinde Türkiye’nin Batı güvenliğine çapalı olmasının önemi arttı. Bu artan öneme özellikle enerji güvenliği meselesinde Türkiye’nin kuzey-güney, doğu-batı güzergahında pek çok alternatif kaynak için geçiş noktası olma özelliği de eklendiğinde Ankara’nın pazarlık gücünün yükseldiği, dolayısıyla Türkiye-Batı ilişkilerinde bir normalleşme süreci yaşanacağı değerlendirmeleri yapıldı. Bütün bu gelişmelere paralel bir şekilde Ortadoğu jeopolitiğinde nükleer geleceği belirsiz bir İran faktörü ortaya çıktığından Türkiye-Batı ilişkilerindeki normalleşme süreci Yunanistan’ın ortaklık kurmakla övündüğü İsrail ve BAE gibi aktörlerin Ankara ile normalleşme süreçleriyle iç-içe geçti. Dolayısıyla Yunanistan’ın ve Türkiye’nin 2020’de tekrar cesaretlendirilen ikili güven tesisi sürecini canlandırması ve Batı başkentleri kuzeye bakarken güneyde bir gürültü çıkartmaması muhtemelen ABD tarafından öngörülüyordu.
Mayıs-Haziran aylarında gürültüyü başlatan iki temel faktörün tekrar altını çizmemiz gerekiyor: 1)- Ankara Atina’nın güven tesisi mekanizmalarında yeterince samimi olmadığını çünkü silahlanma üzerinden maksimalist ajandasını değiştirmeme ve üçüncü devletlerle bu ajanda üzerinden pazarlık yapma stratejisini koruduğunu düşünüyor. 2)- ABD’nin geleneksel Ege’de denge, Türkiye-Yunanistan arasında stratejik dengeyi sürdürme stratejisinden taviz verdiğini ya da taviz vermiş görüntüsünü çizdiğini düşünüyor. Bu sapmanın farklı nedenleri olabilir. ABD’nin Türkiye’nin stratejik otonomisini güçlendirmesinden her zaman memnun olmadığı, bu konuda savunma sanayi odaklı zorlukları Ankara’nın önüne çıkarttığı biliniyor. Kongre’nin ve Demokrat Partinin de Ankara’ya yaklaşımının belirli bir mesafe taşıdığını söylemek yanlış olmaz. Ancak bu iki husus ABD-Ankara ilişkilerinde yeni bir diyaloğun oluşmasını engellemedi. Dolayısıyla Ankara, Biden Yönetiminin yeterince çapa ve mesai harcadığı takdirde Kongre’yi daha olumlu bir pozisyona cesaretlendirebileceğini biliyor. Beyaz Saray’ın bu çaba ve mesaiyi harcadığını düşünmüyor çünkü büyük ihtimalle ABD Ege-Akdeniz’de Türkiye’nin Yunanistan’ın silahlanmasını yanlış anlamayacağını düşünüyor. Bu çok kolaycı bir okuma ve ABD’nin Atina-Ankara dinamiğinin çok da farkında olmadığını gösteriyor.
Revizyonist olamamış Maksimalist
Öncelikle Ankara, Atina’yı maksimalist bir aktör olarak görüyor. Şimdilerde pek dillendirilmeyen Sevilla Haritasındaki iddiaların, deniz yetki alanlarının paylaşımı meselesinde adalara yetki alanı tanıma isteği ve Ege’de karasularının 12 mille çıkarılma arzusunun başka türlü tanımlanması da aslında zor. Kolayca anlaşılacağı üzere bu adımlar bir yandan Türkiye’nin kendi karasına ve karasularına hapsedilmesi anlamına geliyor, diğer yandan Akdeniz’de güçler dengesi dediğimizde gözlerimizi çevirdiğimiz Cebelitarık, Süveyş ve Türk Boğazları-Ege Denizi üçgeninde oluşmuş dengenin bir ayağı ile Ege üzerinden oynayarak, tüm bölgesel dengeyi sınamalara açık hale getiriyor. Kısaca Atina, Türkiye’nin güvenliğini iki biçimde istikrarsızlaştıran bir statüko değişikliğini hedefliyor, bu yüzden de Yunanistan kolayca revizyonist bir devlet olarak tanımlanabilir.
Ancak bilindiği gibi bu maksimalist hedefler gerek yukarıda saydığımız sınırlamalar nedeniyle gerek Yunanistan ve Türkiye arasındaki konvansiyonel denge yüzünden gerçekleşmiş değil. Maksimalist istekleri gerçek bir revizyonist dalgaya dönüştürebilmek alan kontrolünü sağlayabilecek askeri/istihbaratı/insan kaynağına dayalı bir üstünlük ve stratejik olarak maliyete hazır olma kapasitesi gerektirir ki Atina’nın bu noktada yaşadığı sorunlar Yunanistan’ı revizyonist olamayan maksimalizme hapsetmiş görünüyor. Bu sorunun Atina’da farkında ve bu yüzden uzun süredir Türkiye’nin alanını kısıtlamaya da yönelik bölgesel statükoyu değiştirme stratejisini üçüncü taraflar üzerinden uygulamaya çalışıyor. Bu noktada Yunanistan AB’nin Doğu Akdeniz’de var olma isteğini ve Trump Yönetimi altında ABD’nin küçük aktör revizyonizminin askerileşmesine verdiği cesareti sömürdü. Yine de Atina’nın kazancı çok büyük olmadı, silah ve alkışlar gerçek hedeflerden ziyade Atina’ya bu hedefleri gerçekleştirme gücü, kararlılığı ve cesareti olursa kullanabileceği kısmi araçları sağlamış görünüyor. Üstelik unutulmamalı bu araçların ABD ve AB gündemleri dışında ne kadar kullanılabileceği de büyük bir soru işareti. Vekil aktöre dönmenin Atina’nın stratejik otonomisinde geri döndürülmesi çok güç delikler açtığını varsayabiliriz. Yunanistan bu tür delikleri dengelemek için zamanında Rusya ile “özel ilişkiler” geliştirmekten çekinmezdi. Ancak son dönemde Atina bu dengeyi ABD lehine bozmuş durumda.
Ankara’nın uyarısı
İşte önümüzdeki stratejik resim böyleyken Türkiye önce Miçotakis’in Kongre konuşması üzerinden Yunanistan’ı uyardı. Bu uyarı Türkiye’nin Yunanistan’ın üçüncü ülkeleri ikili sorunların tarafı yapma stratejisine artık çok daha iddialı politikalarla karşı çıkacağını gösteriyor. Nitekim, iki taraf arasında olması planlanan Yüksek Düzeyli Stratejik Konsey toplantısı iptal edildi. Sonrasında EFES2022 tatbikatı vesilesiyle yapılan konuşmalarda Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı ve Savunma Bakanı, daha önce Dışişlerinin yapmış olduğu Doğu Ege Adalarıyla ilgili uyarıları sert bir tonda tekrarladı. Lozan ve Paris Anlaşmaları ile gayri askeri statüye kavuşmuş adaların silahlandırılması 1960’tan beri devam eden bir mesele, 1974 sonrası da bu sorun görünürlük kazandığı gibi artık Atina tarafından reddedilmiyor. Sorunun bölge dengeleri ve Türkiye’nin güvenliğine yönelik bir istikrarsızlaştırma oluşturduğu muhakkak. Bugün bu uyarıların yapılmasının temel sebebi ise Batı ve ABD’nin Yunanistan üzerinden strateji geliştirirken Türkiye’nin güvenlik ihtiyaçlarını unutmasının bir maliyeti olduğunu hatırlatmak. Revizyonizm değil Batı güvenliğinin bölünmezliği zamanın ruhunu oluşturacaksa -ki ABD’nin Ukrayna ve Asya dışında fazla bir şeyle ilgilenmek istemediğinden bu koda dönmeyi yeğlediğini söyleyebiliriz ve Avrupalıların askeri güçleri kısıtlıyken fazla bir seçme şansı yok- Türkiye’nin güvenliği ve etkisi üzerinden sağladığı caydırıcılığın geleceği konusunda ne kadar ciddi olduğu anlaşılmalı. Avrupa güvenliği öyle veya böyle yeniden inşa edilecek ve bütün aktörler bu güvenlik mimarisindeki yerleri konusunda karar verecekler. Kimsenin Türkiye’nin dışarıda kalması konusunda bir isteği ve lüksü yok aslında. Ankara bu gerçeğin farkında olarak Yunanistan dahil tüm Batılı aktörlere piyesi sonlandırıp, Ankara’ya gerekli güvenlik teminatları verecek çaba ve mesaiyi harcamalarını söylüyor. Aksi durumda Batılılar kuzeye bakarken güney ile de ilgilenmek durumunda kalacaklar.